8.04.2009

-EHLİ SÜNNET PEYGAMBER'İN SÜNNETİNİ BİLMİYOR.

Saygıdeğer okuyucu; bu başlığa şaşırmayın. Çünkü Allah'a şükürler olsun ki siz doğru yoldasınız ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için uğraşıyorsunuz. Öyleyse gereksiz taassupları bir kenara bırakın ve şeytanın hilelerine kanmayın. Bu hilelerin ve inadın sizin hedefinize ve ebedî cennete ulaşmanıza engel olmasına izin vermeyin.

Daha önce de söylediğimiz gibi kendilerine Ehlisünnet ve'l-Cemaat diyenler, dördüncü halifeyi kabul etmektedirler. O halifeler Ebubekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali'dir (a.s). Bunlar herkesin bildiği şeyler. Ancak acı gerçek şu ki; yine bu Ehlisünnet, Hz. Ali'yi (a.s) uzun yıllar dört halifeden biri olarak tanımıyor, hatta halifeliğini gayri meşru olarak biliyordu. Çok sonraları onu dördüncü halifeden biri olarak saydılar ki, bu da tam olarak hicretin 230. yılında Ahmed b. Hanbel'in zamanında olmuştur.

Şiî olmayan sahabeler, halifeler, padişahlar ve emirler Ebubekir'den tutun Abbasî halifesi Mutasım'ın zamanına kadar Hz. Ali'nin hilafetini kesinlikle kabul etmediler. Hatta minberlerde Hz. Ali'ye lanet okunurdu. Onu Müslüman olarak dahi görmezlerdi. Çünkü hiçbir Müslüman'a minberlerde lanet okunmaz.

Ebubekir ve Ömer'in, Hz. Ali'yi siyaset meydanından nasıl uzaklaştırdıklarını gördük. Osman ise başa geldiğinde diğerlerinden daha çok ona saygısızlık etti. Öyle ki Hz. Ali'yi (a.s) tıpkı Ebu Zer gibi sürgüne göndermekle tehdit ediyordu. Muaviye başa gediğinde ise Hz. Ali'ye (a.s) lanet etme konusunda çok çaba göstererek insanları bu işe emretti. Emevî halifelerinin hepsi, bütün köy ve şehirlerde Muaviye'nin bu sövme geleneğini 80 yıl boyunca devam ettirdiler.[50]

Hz. Ali Şiîlerine karşı bu lanet ve kin dolu yaklaşım ise 90 sene sürdü. Öyle ki, Abbasî halifesi Mütevekkil, 240 yılında Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in (a.s) kabirlerinin yıkılmasını emretti. Yaşadığı dönemde kendisine müminlerin emiri diye hitap edilen Velid b. Abdülmelik, Cuma hutbesinde halka hitaben şöyle dedi: "Peygamber'in, Hz. Ali'ye dönerek 'Ey Ali, sen bana Harun'un Musa'ya olduğu nispettesin' dediği bu hadis doğrudur, fakat tahrif edilmiştir. Aslında Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Ey Ali, sen bana Karun'un Musa'ya olduğu nispettesin.' Dolayısıyla bu hadisi duyanlar yanlış duymuşlardır."[51]

Mutasım'ın zamanında mürtetler ve Allah'ı inkâr edenler çoğalmışlardı. İslam âlimleri ise onlarla kıyasıya mücadele içindelerdi. Hülefa-i Raşidîn zamanı artık geçmiş, insanlar önemsiz işlerle meşgul olmaya başlamıştı.

Ahmed b. Hanbel, Kurân'ın kadîm (ezelî) olduğu inancındaydı. İnsanlar yöneticilerin inancını taşıyor, Kurân'ı mahluk olarak görüyorlardı. Ahmed b. Hanbel, Mutasım'ın korkusundan bu inancından kurtuldu ve böylece meşhur oldu. Mütevekkil'in zamanında ise hadisçilerin[52] en gözdesi hâline geldi. İşte bu dönemde Hz. Ali'yi diğer üç halifeye ekleyerek onu dördüncü halife olarak kabul ettiler ve hülefa-i raşidînden sayarak saygıyla anmaya başladılar. Belki de Ahmed b. Hanbel, Hz. Ali hakkında okuduğu sahih rivayetlerden etkilenmişti. Bu rivayetler halifelerin hoşuna gitmese de yok edilmedi.

Ahmed b. Hanbel şöyle diyor: "Peygamber'in sahabeleri arasında, Hz. Ali hakkındaki hasen senetli hadislerin hiçbiri, hiçbir sahabe hakkında elimize ulaşmamıştır." Böylece Ahmed b. Hanbel, o zamana kadar Hz. Ali'yi halife statüsünde görmeyenler arasında onun hilafetini doğru ve muteber saydı.

Deliller
Tabakat-ı Hanabile'de (Ehlisünnet'in meşhur kitaplarından) İbn-i Ebi Ye'la, kendi senediyle Verize-i Hamesî'nin şöyle dediğini nakleder:

"Ahmed b. Hanbel'in yanına gittim. O dönemler Ahmed b. Hanbel, Ali'yi (r.a) raşid halifelerin dördüncüsü olarak kabul ediyordu.[53] Ona dedim ki: Ey Ebu Abdullah! Senin bu yaptığın Talha ve Zübeyr'e karşı bir tutumdur!

Ahmed b. Hanbel: Bu ne biçim söz? Biz niye onlarla savaşalım? Onun adını niye analım, dedi.

Dedim ki: Allah seni hidayet etsin. Sen hilafeti dörde çıkardığın, Ali'yi itaati vacip bir imam olarak gördüğün ve geçmişteki imamların hakkını ona geri verdiğin zaman biz direkt olarak sahabeyle karşı karşıya gelmiş oluyoruz!

Ahmed b. Hanbel: Neden bu işi yapmayayım, diye sordu.

Ben de dedim ki: Ömer'in oğlu Abdullah'ın söylediği hadisten dolayı…

Ahmed b. Hanbel dedi ki: Ömer, oğlundan daha üstündür. Çünkü o, Ali'nin Müslümanların halifesi olmasına razıydı ve ona şurada yer vermişti. Bu yüzden de Ali kendisini müminlerin emiri olarak adlandırmıştı. Ben nasıl olur da ona müminlerin emiri değil, derim?

Ahmed b. Hanbel'in verdiği cevaptan sonra onunla konuşmamı yarıda kestim ve oradan ayrıldım."[54]

Bu konuşmalardan çıkaracağımız sonuç şudur: Demek oluyor ki Ehlisünnet, Ahmed b. Hanbel'in dönemine kadar Hz. Ali'yi meşru bir halife olarak kabul etmiyordu. Açıktır ki Ahmed b. Hanbel isimli bu muhaddis, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önderi ve sözcüsü idi. Onlar Ali'nin (a.s) hilafetini kabul etmiyor, Ehlisünnet'in fakihi olan Abdullah b. Ömer'in delillerine dayanıyorlardı.

Kurân'dan sonra en muteber kitap olarak tanıdıkları Sahih-i Buharî'de de bu hadis geçmektedir. O halde Ehlisünnet, bu kaynağa dayanarak Ali'nin (a.s) hilafetini de resmen tanımamalıydı.

Biz bu rivayete Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda da yer vermiştik. Ama herkesin bilgi sahibi olması için tekrar değiniyoruz.

Buharî, Sahih'inde, Abdullah b. Ömer senediyle şöyle rivayet etmiştir: "Biz, Peygamber zamanında insanların birbirlerine karşı üstünlüklerinden söz ediyorduk. Üstünlük sıralamasına göre önce Ebube-kir'i, sonra Ömer b. Hattab'ı, sonra da Osman b. Affan'ı söylerdik. Allah onlardan razı olsun."[55]

Buharî, adı geçen kitabında bu rivayetten daha açık bir rivayete de yer vermiştir. Zira Abdullah b. Ömer şöyle diyor: "Biz, Peygamber zamanında hiç kimseyi Ebubekir'le eş tutmuyorduk. Ondan sonra Ömer'i, sonra Osman'ı üstün biliyorduk. Sonra da Peygamber'in diğer sahabelerini üstün bildik ve hepsini eşit gördük."[56]

Yukarıdaki rivayetlere dikkat edersek, içinde ne Peygamber'in bir görüşü var, ne de Peygamber'in ahlakına uygun bir yaklaşım. Zira yukarıdaki rivayet tamamıyla Abdullah b. Ömer'in Hz. Ali'ye olan düşmanlığının bir ifadesinden ibarettir. Ehlisünnet de mezhebini bu temel üzere inşa etmiştir.

Ümeyye oğullarına gelinince; onlar da bu ve benzeri rivayetlere dayanarak Hz. Ali'ye küfretmeyi caiz görmüşlerdir. Muaviye zamanından Mervan b. Muhammed b. Mervan zamanına, yani hicrî 132 yılına kadar minberlerde Hz. Ali'ye lanet okunurdu. Ali Şiîlerini ve bu tür siyasetlerine ters düşen kimseleri acımadan öldürürlerdi.[57]

Abbasîlerin başa geçmesiyle Ebul Abbas Seffah dönemi olan hicrî 132 yılından Mütevekkil'in dönemi olan hicrî 247 yılına kadar Ali ve takipçilerine olan düşmanlık farklı yöntemlerle ve farklı şekillerle yine devam etti. Zira Abbasîler, Peygamber ailesi ve Şiîleri adına hilafeti ele geçirdiklerini savunuyorlardı. Siyasî çıkarlarından dolayı minberlerde lanet okumasalar da, özel toplantılarında Ümeyye oğullarından daha ileri gidiyorlardı.

Onlar tarihte yaşanan olaylardan gereken dersi almışlardı ve bu yüzden Ehlibeyt'in mazlumiyetini halka anlatarak bunu bir kalkan olarak kullandılar. Kurnaz bir taktikle gelişen olaylardan kendi lehlerine faydalanmaya çalıştılar. Kendilerini Ehlibeyt imamlarına (a.s) yakın göstererek halkın ayaklanmasını önlemeye çalışıyorlardı.

Harun oğlu Memun, İmam Rıza'ya (a.s) aynen bu taktikle yaklaşmış, tahtını sağlama aldıktan sonra ayaklanmaları bastırıp, tam rahatladıktan sonra imamlara ve onların Şiîlerine tekrar zulüm ve hakaret etmeye başlamıştı. Tıpkı Hz. Ali'ye düşmanlığıyla tanınmış Abbasî halifesi Mütevekkil gibi… Zira Mütevekkil de kendi döneminde İmam Ali ve İmam Hüseyin'in (a.s) türbelerini ateşe vermişti.

Bu delillerden dolayıdır ki bizler, Ehlisünnet'in, Ahmed b. Hanbel zamanına kadar Hz. Ali'ye ve hilafetine pek sıcak bakmadığını savunduk.

İlk olarak Ahmed b. Hanbel, Hz. Ali'yi halife olarak tanırken hadis ehli bunu kabul etmedi. Çünkü onlar Abdullah b. Ömer'e tâbi idiler. Ahmed b. Hanbel'in verdiği bu kararın insanlar tarafından kabul görmesi uzun bir zaman aldı. Hanbelîler, Ahbed b. Hanbel'in bu kararından dolayı kendilerini Ehlibeyt dostu olarak gösterebiliyordu. Bu yüzden de Malikî, Şafiî ve Hanefî mezheplerine göre daha çok taraftar toplamayı başarmışlardı.

Sonuç olarak bu düşünceyi kabul etmeleri gerekiyordu. Zamanla Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Ahmed b. Hanbel'in bu sözünde birleşti ve Peygamber halifelerinin sayısı dört olarak kabul gördü. Artık Hz. Ali'ye de diğer halifelere gösterdikleri saygıyı göstermeye başladılar.

Bu tip deliller, o dönemlerde Ehlisünnet'in Hz. Ali'yi kötülediği ve küçük düşürmeye çalıştığının açık göstergeleri değil de nedir? Buna rağmen, "Böyle bir şey nasıl olur? Hâlbuki bugün Ehlisünnet ve'l-Ce-maat Hz. Ali'yi seviyor ve onun adını andıklarında hakkında Allah ondan razı olsun diyor!" denilebilir.

Bu düşünceye karşı cevabımız şudur: Aradan uzun bir zaman geçti ve Ehlibeyt imamları artık hayatta değiller. Bu durumda yöneticilerin durumunu tehlikeye düşürecek herhangi bir tehdit de söz konusu değil. Diğer taraftan da, zaten İslam hükümeti diye bir hükümet ortada yok. Vaktiyle İslam ülkeleri Moğolların, Tatarların ve daha birçok ülkenin hâkimiyeti altına girmişti. Şimdilerde ise din kavramı Müslümanların gözünde zayıfladı. Müslümanların çoğu, zamanın boş sanatları ve eğlenceleriyle meşgul durumdalar. Bir grup Müslüman içki, kumar, kadın vs. eğlencelerle gününü gün ederken, bir grup Müslüman da namazı hiçe sayarak heva ve heveslerine kapıldılar. Kötüler iyi oldu, iyiler kötü. Her yeri fesat sardı. Hal böyle olunca içinde kıpırdama hisseden Müslümanlar geçmişlerine bakıp, ağlayıp sızlanmaya başladılar. Müslümanların görkemli zamanını yâd ederek o dönemleri "altın dönemler" olarak zihinlerine kazıdılar.

Bu gruba göre en iyi zaman sahabeler zamanıydı. Çünkü sahabeler ülke sınırlarını genişleterek doğuda ve batıda İslam imparatorluğunu güçlendirmişler, diğer medeniyetleri dize getirmişlerdi.

İşte, o zaman bütün sahabeye, içlerinde de Hz. Ali'ye rahmet okumaya başladılar. Ehlisünnet bütün sahabeyi adil bildiğinden dolayı Hz. Ali'yi o sahabelerden ayıramıyordu. Çünkü onu dışlayacak olsalar tutunacak dalları kalmaz, rezil olurlardı. Akıl sahipleri onları suçlardı. Dolayısıyla insanlara Ali'nin de dört halifeden biri olduğunu ve Peygamberimizin ilim şehrinin kapısı olduğunu itiraf etmişler, "radiyallahu anh" veya "kerremellahu vecheh" demişlerdir.

Biz, Ehlisünnet'e diyoruz ki: Madem onu ilmin kapısı olarak görüyorsunuz, o halde neden dünya ve ahiret işlerinde ona uymuyorsunuz? Neden size açılan kapıyı kendi elinizle geri teptiniz de ilimde, yücelikte, fazilette Hz. Ali'nin tozu bile olamayacak Ebu Hanife, Malik, Şafi, Ahmed b. Hanbel ve İbn-i Teymiye gibi kimselerin peşinden gittiniz? Yer nere, gök nere? Kılıçla orak bir olur mu? Aklı olan bir insan hiç Hz. Ali ile Muaviye'yi bir tutar mı?

Peygamber'in (s.a.a) Hz. Ali hakkında söylediklerini dikkate almasak bile, Peygamber'den sonra Hz. Ali'yi takip etmek yine de her Müslüman'a farzdır.

Bazı Ehlisünnet mensupları şöyle diyebilir: Hz. Ali'nin üstünlüğünü, İslam yolunda cihatlarını, derin ilmini, yüceliğini ve takvasını herkes bilir. Hatta bugün Ehlisünnet, Hz. Ali'yi Şiîlerden daha iyi tanır ve sever! (Bu söz, günümüzde Ehlisünnet tarafından sıkça tekrarlanmaktadır.)

Biz de cevap olarak diyoruz ki: Siz ve sizin geçmiştekileriniz, Hz. Ali'ye yıllarca hakaret edildiği zaman neredeydiniz? (Özellikle "neredeydiniz" sorusunu kullandım. Çünkü bugünkü Ehlisünnet Sahih-i Müslim'de, "Muaviye'nin Hz. Ali'ye lanet okuduğunu ve halktan da lanet okumasını istediğini, yine halkın bu emre uyarak ona lanet okuduğunu" okumuş, görmüştür. Buna rağmen Ehlisünnet, Muaviye'yi vahiy kâtibi olarak görüyor ve onu kendilerine örnek alıyor. Demek ki Hz. Ali'ye olan muhabbetleri doğru değil.)

Biz tarihte onlardan herhangi bir şahsın bu işe itiraz ettiğini veya Ali'yi sevdiği için öldürüldüğünü görmedik, duymadık. Evet, Ehlisünnet mensubu birinin böyle bir şey yaptığını asla görmedik ve duymayacağız da. Çünkü onlar her zaman padişahların, emirlerin ve hükümdarların yanında yer alarak onlara biat ettiler ve onların tavırlarına razı oldular.

Âlimleri, Ali evlatları ve Ali dostlarının katledilmeleri için fetvalar veriyorlardı. Bu tip âlimlerden günümüzde bile var.

Hıristiyanlar asırlar boyu Yahudilere düşman kesilerek onları fesat unsuru olarak gördüler. Yahudileri Hz. İsa'yı öldürmekle suçladılar. Ama güçleri azaldığında, inançları zayıflayıp dünyevî meşgalelere yöneldiklerinde kiliseyi tarihe gömdüler. (Çünkü kilise, bilim ve bilim adamlarıyla mücadele içerisindeydi.)

Bu zaman zarfında Yahudilerin gücü arttı. Öyle ki Arap ve İslam topraklarını işgal ederek doğuda ve batıda yayıldılar. Sonunda da bugünkü İsrail devletini kurdular. İş öyle bir yere dayandı ki, Papa Yuhanna Pulos, Yahudi hahamlarla düzenlenen bir konferansta Yahudilerin Hz. İsa'yı öldürmediklerini açıklamak zorunda kaldı. O zamanki Hıristiyan toplumun yaklaşımı, bugünkü Ehlisünnet'in yaklaşımıyla ne kadar da benzeşiyor?

Sünnetin Ayaklar Altına Alınması

Bu bölümde araştırmacıların dikkatle üzerinde durmaları gereken bir konuyu ele almak istiyorum. Böylece kendilerine Ehlisünnet adını verenler, Peygamber'in sünnetiyle fazla da alakaları olmadığını anlayacaklardır.

Bu grup, aslında geçmişte kendilerini temsil eden bir grup sahabenin takipçileridirler. Onları seviyor ve izinden gidiyorlar. Böylece Allah'a yaklaşmayı umuyorlar. Gelin görün ki peşinden gittikleri bu kimseler, vaktiyle sünneti yakmış ve insanların bu sünneti nakletmelerini yasaklamışlardır. Dolayısıyla sünnetin yayılmasını engelleyen birtakım kirli siyasetleri perdelemek zorundayız.

Sünnetin yayılmasını engellerken halifelerin yapmış olduğu şey, aslında Resul-i Ekrem'in sünnetinin yaygınlaşmasını değil de sahabenin kendi görüşlerinin yaygınlaşmasını sağlamak idi. Halifeler şunları yapmışlardı:

1-Uydurdukları yalan hadislerle Peygamber'in sünnetini ve hadislerini nakletmemeye dair getirilen yasağa haklı bir gerekçe bulmaya çalıştılar.

Sahih-i Müslim'de Heddab b. Halid Ezdî, Hemmam'dan; o da Zeyd b. Esleme'den, o da Atâ b. Yesar'dan ve o da Ebu Said Hudrî'den şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz şöyle buyurdu: Benim dilimden hiçbir şey yazmayın. Kim Kurân'dan başka bir şey yazmışsa onu silsin. Bunda herhangi bir sakınca da yoktur!"[58]

Bu yalan hadisi ortaya atmadaki asıl amaç Ebubekir ve Ömer'in, Peygamberimizin hadislerini yakıp yok etmesinde bir suçları olmadığını göstermektir. Aslında bu hadis, dört halifeden çok sonraları uydurulmuş bir hadistir. Ancak bu hadisi uyduranlar, birkaç şeyi gözden kaçırmışlar:

a)Eğer Peygamberimiz böyle bir şey söylemiş olsaydı, o zaman sahabe onu dinlerken not almazlardı ya da aldıkları notu hemen yırtmaları gerekirdi. Ama görüyoruz ki Peygamber'in (s.a.a) vefatından yıllar sonra Ebubekir'in ve Ömer'in döneminde bu hadisleri yakıp yok etmeye başlamışlar!

b)Eğer bu hadis doğru olsaydı, önce Ebubekir'in, sonra da Ömer'in bu hadise dayanarak hadis yazmanın yasak olduğunu açıklamaları ve sahabeler yazmış oldukları hadislerden dolayı özür dileyerek hadis yazmanın Peygamberce yasaklandığını duyurmaları veyahut da kendilerinin bu konuyu unuttuklarını söylemeleri gerekirdi.

c)Eğer mezkûr hadis doğru olsaydı Ebubekir ve Ömer'in hadisleri silmeleri gerekirdi, yakmaları değil!

d)Eğer bu hadis doğru olsaydı, Ömer b. Abdülaziz'in zamanından şimdiye kadar bütün Müslümanlar günah işlemiş sayılırlardı. Çünkü hadis gereği Peygamber'in emrine itaat etmemiş olurlardı. Hele Ömer b. Abdülaziz herkesten daha günahkâr olurdu. Çünkü alimlere hadisleri toplayıp yazmalarını emretti. Ne kadar ilginçtir ki Buharî ve Müslim, bu uydurma hadisi sahih olarak kabul ettikleri halde Peygamber'den binlerce hadis yazmışlardır!

e)Eğer bu hadis doğru olsaydı, ilim şehrinin kapısı olan Hz. Ali'nin mutlaka bundan haberi olurdu. Çünkü o, Peygamberimizin (s.a.a) hadislerini bir araya toplamış ve bu kitaba Camia adını vermişti. İleride bundan da söz edeceğiz.

2-Emevî halifeleri Peygamber efendimizi masum olmayan sıradan bir insan gibi göstermeye çalışmışlar, onun da hatalara düşebileceğini göstermek için birçok hadis uydurmuşlardı. Öyle ki, güya bu rivayetlere göre, sahabeden bazıları, yer yer Peygamber'in hatalarını ıslah etmek durumunda kalıyordu.

Örneğin; hurma ağaçlarının daha iyi verim vermesi için söylediği hadis, hicap ayetinin nazil oluşu, münafıklar için istiğfar etmesi, Bedir Savaşı'nın esirlerinden fidye kabul edilmesi meselesi vs.

Ehlisünnet'in Peygamber (s.a.a) hakkında inançları işte bu şekildedir. Söz buraya varmışken onlara şöyle soruyoruz: Eğer sizin inancınız buysa, o zaman nasıl sünnetin takipçileri olduğunuzu iddia ediyorsunuz? Hâlbuki inancınıza göre sünnette birçok hata vardır. Size göre sünnet tam olarak bilinmiyor ve hatta yıllarca da yazılmamıştır.[59]Ama biz bu yalanlara ve nasihatlere inanmıyoruz ve savunduğunuz onca iddiayı kendi kitaplarınızdan delil getirerek çürütüyoruz.[60]

Buharî, Sahih'inin ilim babında, Kitabetu'l-İlim kısmında Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Abdullah b. Amr dışında Peygamber'in hiçbir sahabesi benim kadar hadis rivayet etmemiştir. Çünkü o yazıyordu, ben yazmıyordum."[61] Bu rivayetten anlaşıldığı kadarıyla Peygamberimizin bazı sahabeleri hadisleri yazıyormuş. Okuması yazması olmayan Ebu Hureyre, Peygamberimizden altı binden fazla hadis nakledebildiğine göre okuması yazması olan Abdullah b. Amr b. As daha fazlasını yazmış olmalıydı. Nitekim Ebu Hureyre Abdullah'ın daha çok hadis bildiğini, çünkü onun yazdığını itiraf ediyor. Demek ki hiç kuşkusuz sahabenin çoğu hadisleri yazıyordu. Ancak rivayet konusunda meşhur olmadıkları (!) için Ebu Hureyre onların isimlerini söylememiş!

Neden İmam Ali b. Ebu Talib'i de (a.s) onlara eklemeyelim? Zira o, bir gün Camia kitabını eline alarak minbere çıktı ve içinde yer alan hadisleri oradaki insanlara gösterdi. Peygamberimizin hadislerinin tamamının yazıldığı o kitapta insanların ihtiyaçlarının hepsi yazılıydı. Daha sonra gelen Ehlibeyt imamları bu kitabı korumuş, ondan hadis nakletmiştir.

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bizim bir Camia kitabımız var ki, uzunluğu yetmiş ziradır.[62] Allah resulü (s.a.a) söylemiş, Ali de (a.s) yazmıştır. İnsanların bilmesi gereken bütün helal ve haramlar onda yazılıdır. Her türlü hakemliğin, hatta küçük bir çiziğin hükmü dahi onda mevcuttur."[63]

Buharî, kendi Sahih'inde bu kitabın Hz. Ali'nin elinde olduğunu yazmış, hatta birkaç bölümünde bunu tekrarlamış, ama her zaman yaptığı gibi kitabın içeriği hakkında bilgi vermemiştir.

Buharî, eserinin Kitabetu'l-İlm bölümünde Şubî'den naklen Ebu Cahife'nin şöyle dediğini yazar: "Ali'ye (a.s) sizin kitabınız var mı?" diye sordum. "Allah'ın kitabından, Müslüman bir kimsenin idrakinden ve bu sahifede geçenlerden başka bir kitabımız yoktur" dedi. "Bu sahife nedir?" diye sorunca şöyle yanıt verdi: "Akıl (katilin ailesinin erkek bireyleri tarafından diyet ödenmesi), esirlerin serbest bırakılması ve Müslüman'ın kâfir karşısında öldürülmemesi."[64]

Yine Sahih-i Buharî'de, A'meş'ten, o da İbrahim Teymî'den naklen İmam Ali'nin (a.s) şöyle dediği yazılıdır: "Bizim, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in (s.a.a) rivayet ettiği bu sahifeden başka bir kitabımız yoktur."[65]

Yine Sahih-i Buharî'de İbrahim Teymî'den, o da babasından naklen İmam Ali'nin şöyle dediği yazılıdır: "Ali bize bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: Bizim, Allah'ın kitabından ve bu sahifede yazılanlardan başka okuyacak bir kitabımız yoktur."[66]

Buharî, yine kendi Sahih'inde, başka bir yerde İmam Ali'nin şöyle dediğini yazar: "Biz, Peygamber'den (s.a.a) Allah'ın kitabından ve bu sahifedekilerden başka bir şey yazmadık."[67]

Yine Buharî, aşağıdaki senetle şöyle yazmıştır: İbrahim Teymî, babasından şöyle işittiğini nakleder: "Ali (a.s) bir gün tuğladan yapılmış bir minberin üzerinden bize konuşma yaptı. Kılıcını beline bağlamıştı, yanında da bir sahife vardı. Şöyle sesleniyordu: Allah'a ant olsun ki bizim, Allah'ın kitabından ve bu sahifeden başka okuyacak kitabımız yoktur."[68]

Neden Buharî, İmam Sadık'ın aşağıda sözünü ettiği Camia kitabından bahsetmemiş?

"Bizim bir Camia kitabımız var ki, uzunluğu yetmiş ziradır.[69] Allah resulü (s.a.a) söylemiş, Ali de (a.s) yazmıştır. İnsanların bilmesi gereken bütün helal ve haramlar onda yazılıdır. Her türlü hakemliğin, hatta küçük bir çiziğin hükmü dahi onda mevcuttur."[70]

Bir yerde içeriğine değinirken "O kitapta akıl (katilin ailesinin erkek bireyleri tarafından diyet ödenmesi), esirlerin serbest bırakılması ve Müslüman'ın kâfir karşısında öldürülmemesi vardı"[71] diyor, başka bir yerde de "Ali sahifeyi açıp okudu. Onda şu meseleler vardı: Develerin yaşları, Medine'nin haremi olduğu…, Müslümanların zimmetinin birden fazla olmadığı… ve bir kimsenin velilerinin izni olmadan başka bir kabilenin velayetini seçme hükümleri vs." diyor.

Bu, insanları aldatmak ve hakkı gizlemek değil de nedir? Hangi aklıselim şu dört cümleyi bir kâğıda yazıp da kılıcıyla birlikte yanında taşır?! Hangi aklıselim her minbere çıktığında onu insanlara gösterip "İşte bakın, Kurân-ı Kerim'den sonra bizim tek merciimiz bu kitaptır; biz, Kurân'ın ve bu kitabın dışında Allah resulünden başka hiçbir şey yazmadık!" diyebilir?! Acaba Ebu Hureyre'nin aklı ve hafızası Hz. Ali'den daha üstün müydü ki, okuma yazma bilmediği halde Peygamberimizden yüz bin hadis ezberlediğini iddia ediyor?

Vallahi şaşılacak şey doğrusu! Peygamberimizin yanında üç yıl bile kalmayan Ebu Hureyre'nin yüz bin hadisini okuma yazma bilmemesine rağmen kabul ediyorlar da, ilim şehrinin kapısı ve tüm sahabelerin her türlü ilim mercii olan İmam Ali gibi birinin, içinde sadece dört hadisin bulunduğu bir sayfacığı olduğunu mu sanıyorlar?

Yani Ali (a.s) bu sayfayı Peygamberimizin hayatı döneminden kendi hilafeti dönemine kadar yanında, kılıcına asılı olarak saklamış, sonra da minbere çıkarak onu insanlara göstermiş, öyle mi? Bu, çok çirkin bir ifadedir. Bence değersiz bir yalandan başka bir şey olamaz bu.

Her şeye rağmen Buharî'nin rivayeti akıl sahipleri ve araştırmacılar için yeterlidir. Çünkü sözü edilen sahifede akıl[72] (akıl sahibine diyet ödeme) meselesi geçiyor. Bu da şunu gösteriyor ki mezkûr sahifede İslamî düşüncelerin ve insanoğlunun aklının faydalanabileceği birçok mesele mevcutmuş.

Biz bu sahifede neler olduğunu ispatlama gayreti içerisinde değiliz. Zira onun sahipleri onu daha iyi bilirler. Onlar da helal haram konusunda beşerin neye ihtiyacı varsa, iğneden ipliğe her şeyin o kitapta yazılı olduğunu söylemişlerdir. Bizim peşinde olduğumuz şey, sahabenin Peygamber hadislerini yazdığını ispatlamaktı.

Sahih-i Buharî'de yazıldığı şekliyle bir taraftan Ebu Hureyre'nin, "Abdullah b. Amr Peygamber'in hadislerini yazıyordu" demesi ve diğer taraftan Hz. Ali'nin, "Biz, Peygamber'den Kurân ve sahifeden başka bir şey yazmadık" demesi şunu gösteriyor ki Peygamber efendimiz (s.a.a) hiçbir zaman hadis yazmayı yasaklamamıştır.

Sahih-i Müslim'de yer alan, "Benim hiçbir sözümü yazmayın. Kurân'dan başka söylediğim sözleri yazanlar onları silsin!" hadisine gelince; bu, yalan bir hadistir. Halifelerin yandaşları tarafından, sünnetin yayılmasını engellemeye çalışan Ebubekir, Ömer ve Osman'ın yaptıkları yakıp yıkma işlerini tevcih edebilmek ve onların işini doğru göstermeye çalışmak için ortaya attıkları bir uydurmadan ibarettir.

Peygamberimizin böyle bir yasak getirmediğine, hatta bilakis hadis yazmayı emrettiğine dair bizim yakin etmemize neden olan söz ise, Peygamberimize (s.a.a) en yakın kimse olan Hz. Ali'nin (a.s) şu sözüdür: "Biz Peygamber'den Kurân ve bu sahife olanlardan başka bir şey yazmadık."

Buharî, bu hadisi sahih bilmektedir. Buna ek olarak, eğer İmam Cafer Sadık'ın sözlerine dikkat edersek, okuyucuların en ufak dahi şüphesi olmaması için Peygamberimizin, hadislerini Hz. Ali'ye özellikle yazdırdığı ortaya çıkar.

Hakim, Müstedrek'inde; Ebu Davud, Sünen'inde; Ahmed b. Han-bel, Müsned'inde; Daremî, Sünen'inde Abdullah b. Amr hakkında şu önemli rivayeti yazmışlardır:

"Abdullah b. Amr şöyle diyor: Ben Peygamber'den ne duysam yazıyordum. Kureyşliler beni bu işten men ederek 'Neden Peygamber'den her duyduğunu yazıyorsun? O da bir insan; sinirli olduğunda da konuşabilir, mutlu olduğunda da' dediler. Ben de yazmaktan vazgeçtim ve durumu Peygamberimize anlattım. Bunun üzerine Peygamber efendimiz bana, 'Yaz; canım elinde olan Allah'a ant olsun ki bu ağızdan haktan başka bir söz çıkmaz' buyurdu."[73]

Bu rivayetten de anlaşıldığı gibi Abdullah b. Amr, Peygamberimizden duyduğu her sözü yazıyordu ve Peygamberimiz onu bu konuda engellememişti bile. Rivayete göre hadis yazımını engellemek isteyen Kureyşlilerdi. Ne var ki Abdullah b. Amr, kendisini bu işten men etmek isteyenlerin isimlerini söylemekten çekinmiş. Çünkü bunu yapanlar Allah resulüne kin besleyenlerdi. O ise üstü örtülü bir şekilde Kureyşliler deyip geçmişti.

Kureyşlilerden maksat ise onların önderleri olan Ebubekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde, Talha, Zübeyr ve onlarla aynı düşünceyi paylaşanlardı. Görüyoruz ki onlar, Peygamber'in (s.a.a) zamanında bile hadis yazmayı yasaklamaya çalışıyorlardı. Bütün tehlikesine rağmen böyle bir düşünce Allah resulünün zamanında bile varmış. Aksi takdirde Abdullah'ın sünneti yazmasına neden mani olsunlar veya Abdullah neden Peygamberimize danışmak zorunda kalsın?

Ayrıca, "Peygamber de bir insan; sinirli olduğunda da konuşabilir, mutlu olduğunda da…" şeklindeki sözleri şunu gösteriyor ki, onlar Peygamber'e (s.a.a) tam anlamıyla iman etmemişler. Demek ki onlara göre Peygamberimiz yanlış konuşabilir, yanlış hüküm verebilir ve hatta sinirli olduğunda bunlar gerçekleşebilir.

Diğer taraftan, Peygamberimizin "Yaz; canım elinde olan Allah'a ant olsun ki bu ağızdan haktan başka bir söz çıkmaz" sözünden de anlaşıldığı kadarıyla onlar Peygamber'in adaleti hakkında şüphe içindeydiler. Onun hata yapabileceğine ve uygunsuz sözler sarf edebileceğine inanıyorlardı. Oysaki Peygamberimiz ağzından haktan başka bir şey çıkmadığına dair yemin ederek şu ayetin tefsirini açıklıyordu:

"O heva ve heves üzere konuşmaz, ne söylerse vahiydir."[74]

Allah resulü masumdur, hata yapmaz ve boş söz söylemez. Böylece biz yakin ediyoruz ki, Emevî döneminde uydurulan bu gibi rivayetlerin tamamı, Peygamberimizi (s.a.a) masum göstermemek için yapılan uğraşların ürünüdür ve hepsi yalandır.

Yine anlıyoruz ki onlar Abdullah b. Amr üzerinde oldukça etkiliydiler ve onu hadis yazma eyleminden men etmeyi başarmışlardı. Nitekim Abdullah, "Ben de yazmaktan vazgeçtim…" demişti. O, bu şekilde kaldı. Ta ki kendisi bir gün Peygamberimizle karşılaştı ve durumu Peygamber'e anlatarak içindeki şüpheyi gidermeye çalıştı. Böylece "Peygamberimiz masum mudur, değil midir; adil midir, değil midir?" sorularına cevap aradı.

Bu tür şüpheler hatta Peygamber'in kendi huzurunda bile gösteriliyordu. İşte, Peygamberimize hitaben söylenen ilginç sözler:

"Sen gerçekten de peygamber misin?"[75]

"Sen kendinin peygamber olduğunu mu zannediyorsun?"[76]

"Allah'a ant olsun ki sen bu paylaştırmada Allah'ın haklarını yerine getirmedin!"[77]

Ayşe, Peygamberimize (s.a.a) "Allah, kalbinden geçirdiklerini çok çabuk yerine getiriyor!"[78] diyor, bazen de ona, "Fazla aşırıya kaçma!" diyerek tembihte (!) bulunuyordu. Buna benzer Peygamberimizin masumluğundan şüphe ettiklerine dair birçok söz mevcuttur. Peygamberimizin hâşâ yalan söylediğine, zulmettiğine, hatalara düştüğüne ve aşırıya kaçtığına inanıyorlardı. (Allah'a sığınırız.)

Peygamber efendimiz (s.a.a) çok şefkatli ve yüce bir ahlak üzereydi. Her zaman onların bu şüphelerini gidermeye çalışıyordu. Bazen "Ben, görevli bir kulum" derdi. Bazen de "Allah'a ant olsun ki, bunu yapmaktan daha adil ve takvalıyım ben!" derdi. Şu sözü de çok söylerdi: "Allah, kardeşim Musa'ya rahmet etsin. Onu bundan daha çok incittiler, ama sabretti."

Peygamberimizin adaleti ve masumluğu konusundaki bütün bu şüpheler maalesef münafıkların değil, önde gelen sahabelerin ve aynı zamanda müminlerin anası konumunda görülen Ayşe'nin ağzından çıkmıştır.

Peygamberimize atfedilen "Benim hadislerimi yazmayın" sözünün yalan olduğunu bilirsek, yakinimiz artar. Ebubekir'in kendisi bile Peygamberimizin sözlerini yazardı ve o sözleri bir araya toplamıştı. Ama hilafet makamına oturduktan sonra meçhul delillere dayanarak onların hepsini yakmıştı.

Bu konuda Ayşe şöyle diyor: "Babam Allah resulünün rivayetlerini topladı. Rivayet sayısı beş yüze ulaşmıştı. Bir akşam yatağında sağa-sola döndüğünü gördüm. Kendi kendime 'Sanırım babam hasta veya kötü bir haber duymuş olabilir' diye düşündüm. Sabah olunca bana dönerek 'Sendeki bütün rivayetleri getir' dedi. Hadisleri ona verdiğimde hepsini yaktı."[79]

Ömer, hilafeti döneminde yaptığı bir konuşmada halka hitaben şöyle seslendi: "Kimsenin elinde herhangi bir yazı kalmasın. Elinizde olanları getirin, göreyim!" Halk, Ömer'in ihtilaf çıkmaması için hadisleri inceleyeceğini sanarak söyleneni yaptı. Ama o bütün hadisleri toplayarak hepsini ateşe verdi.[80] Çeşitli şehirlere adam göndererek, halka "Kimin elinde yazılı bir şey varsa onu silsin!" emrini verdi.[81]

Bu rivayet bile başlı başına şunu gösteriyor ki, gerek Medine'deki, gerekse Medine dışındaki tüm sahabelerde Peygamberimize ait yazılı hadisler vardı ve onlar bu hadisleri kendi arşivlerinde muhafaza ediyorlardı. Ama Ömer ve Ebubekir'in muhalefetiyle bütün hadisler yakıldı. Geriye kalan hadisler de Ömer'in hilafeti döneminde yok edildi.

Allah aşkına söyleyin: Ebubekir ve Ömer bu şekilde sünneti imha ederek İslam ümmetine faydalı mı oldular? Oysaki insanlar bu hadislere ulaşmış olsaydı, Kurân'ı çok daha iyi anlayacak, Allah'ın hükümlerine çok daha rahat ulaşacaklardı. Vallahi yakılan hadislerin hepsi doğru hadislerdi. Çünkü onları yazanlar direkt olarak Resulullah'tan (s.a.a) duymuş ve yazmışlardı. Ortada başka bir vasıta yoktu. Ama uzun yıllar sonra toplanan hadisler uyduruk hadislerdi. Zira her yerde fitne vardı. Kardeş kardeşi öldürüyordu. Ortaya atılan çoğu hadisler, zalim hükümdarların emriyle yazılmıştı.

Tüm bunların neticesinde bizler, Peygamberimizin, hadislerinin kayda geçmesini yasakladığını kesinlikle kabul etmiyoruz. Bunu hiçbir akıl sahibi kabul edemez. Çünkü biliyoruz ki, sahabeler hadisleri "yazarak" topluyorlardı. Özellikle de Hz. Ali'nin (a.s) elinde bulunan, tüm konuları içine alan ve sürekli yanında taşıdığı yetmiş zira uzunluğundaki Camia kitabı da bunlardan biriydi.

Zamanın siyasîleri ve yöneticileri, menfaatlerini Peygamber'in sünnetini yok etmekte görerek, dayanakları olan sahabelerin de yardımıyla emellerini icraya koydular. Sünnet yok olunca da şahsî görüşlere (içtihat) uymaktan başka çareleri kalmadı. Ebubekir ve Ömer'in sünnetlerine uymak ve buna Osman, Muaviye, Yezid, Mervan b. Hakem, Abdulmelik b. Mervan, Velid b. Abdullah ve Süleyman b. Abdul-melik'in sünnetlerini de eklemek durumundaydılar. Bu gelenek Ömer b. Abdülaziz'in dönemine kadar devam etti. Ömer b. Abdülaziz başa geçince Peygamberimizin hadislerine ve sünnetlerine dair ne varsa Ebubekir Hazmî'den bunları yazmasını ve onlara Ömer b. Hattab'ın sözlerini eklemesini istedi.[82]

Görüldüğü gibi, aradan yüz yıl geçtikten sonra hadis yazmak serbest bırakıldığında Ehlisünnet'in hülefa-i raşidine ilave ettiği bu ılımlı Emevî hükümdarı, sanki Ömer b. Hattab Peygamberimizle nübüvvette ortakmış gibi emir veriyor ve Allah resulü ile Ömer'in sünnetlerinin yazılmasını istiyordu.

Ömer b. Abdülaziz neden zamanındaki imamlardan sözü edilen Camia kitabından bir şeyler istememiş? Neden onları Peygamber hadislerini yazma konusunda görevlendirmemiş? Hâlbuki dedelerinin hadislerini en iyi bilen onlardı. Elbette ki hakikati bulmak için araştırma içerisinde olan kimseler bu soruların cevaplarını pekâlâ bilirler.

Şimdi soruyoruz:
Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Emevîlerden ve onların yardımcılarından naklettiği onca hadise biz nasıl inanabiliriz? Hâlbuki biz pekâlâ biliyoruz ki onlar, Kureyş hilafetinin sözcüleri idiler. Kureyşlilerin, Peygamber ve Peygamber'in sünneti hakkındaki düşüncelerini de daha önce yazmıştık.

Halifeler hilafetleri süresince içtihat ve kıyasla, bazen de birbirleriyle meşveret ederek hüküm verirlerdi. Onlar, Ali'yi (a.s) siyaset meydanından kenara ittikleri ve artık onun tarafından herhangi bir tehlike hissetmedikleri için onun yazdığı hadisleri yakmamışlardı. Ali (a.s) bir çiziğin dahi hükmünün bulunduğu o kitabı saklayacak, halife seçildiğinde onunla minbere çıkıp onun önemini insanlara anlatacaktı.

Ehlibeyt imamlarından gelen mütevatir rivayetlere göre bu kitap, nesilden nesile miras olarak kalmış ve her zaman o kitaptan fetva vermişlerdir. Nitekim İmam Cafer Sadık, İmam Rıza, İmam Muhammed Bâkır ve diğer imamlar her zaman şu sözü söylerlerdi: "Biz sadece kendi görüşümüze dayalı fetva vermiyoruz. Eğer kendi görüşümüze göre fetva verseydik hem kendimiz, hem de insanlar zavallı olurdu. Fakat biz, Allah resulünden bize kalan eserlere dayanarak fetva veriyoruz. Bizim öyle bir ilmimiz var ki bu ilim bize Peygamber'den (s.a.a) miras kalmıştır ve onu tıpkı altın ve gümüş gibi evimizde koruruz."[83]

İmam Sadık (a.s) başka bir yerde şöyle buyuruyor: "Ben hadisimi babamdan naklettim; babam, dedemden; dedem, Hüseyin'den; Hüseyin, Hasan'dan; Hasan, Emirü'l-Müminin'den (İmam Ali); Emirü'l-Müminin, Resul-i Ekrem'den; Resul-i Ekrem de Allah-u Taâla'dan nakletmişlerdir."[84]

Bu sıralamaya göre Resul-i Ekrem'in hadisi olan ve mütevatir olarak gelen aşağıdaki Sakaleyn Hadisi sahihlik kazanmış oluyor:

"Aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; biri Allah'ın kitabı, diğeri Ehlibeyt'imdir. Bu ikisine sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız."[85]

Bu hadis doğrudur ve onda hiçbir yanlışlık yoktur. Peygamber'in sünneti de doğrudur. Masum imamların dışında kimse sünnetin koruyucusu olamaz.

Sonuç şudur ki; Peygamber ailesine sarılan Ehlibeyt Şiîleri, Peygamber sünnetinin gerçek ehlidirler. Ama Ehlisünnet ve'l-Cemaat, sahip olmadıkları bir sünnetin ehli olduğunu iddia ediyor. Onların bu iddialarını doğrulayacak herhangi bir delilleri yoktur. Doğru yolu bize gösterdiği için Allah'a şükrediyoruz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder