23.04.2009

-DÖRT MEZHEP VE ORTAYA ÇIKIŞI

Kur'ân-i Kerim buyuruyor ki: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra, 36) Bu âyetten anlaşıldığı üzere insan, bilgisi olmadan bir yargıda bulunması ve bir şeye bağlı olması caiz değil ve Allah karşısında böyle bir tutumundan dolayı insan mutlaka sorumlu tutulacaktır. Şimdi "Dört mezhep haktır" görüşünü inceleyerek bu görüşün sağlam bir delilinin olup olmadığını araştıralım. 1-Dört mezhebin kurucuları şunlardan ibarettir: 1-Ebu Hanife, Numan b. Sabit el-Kufi Hicri 80'de doğmuş ve Hicri 150'de vefat etmiştir. 2-Malik b. Enes, Hicri 93'de doğmuş ve Hicri 179'da vefat etmiştir. 3-Muhammed b. İdris Şafii, Hicri 105'de doğmuş ve Hicri 204'de vefat etmiştir. 4-Ahmed b. Hanbel Hicri 164'de doğmuş ve Hicri 241'de vefat etmiştir. Görüldüğü gibi bu dört mezhebin hepsinin temelleri Peygamber (s.a.a)'den en az yüz yıl sonra atılmaya başlanmıştır. Birinci ve ikinci hicri yüzyılda Ehl-i Beyt'i ilmi merci' olarak bilenler, bumezheplerden hiç birine bağlılık söz konusu olmadan yaşayıp dünyadan gitmişlerdir.

Mezheplerin dörtle sınırlandırılması her hangi bir şer'i delile dayanmamaktadır.

İkinci hicri yüzyıldan başlayarak Ehl-i Beyt'i ilmi merci' olarak kabul etmeyen Müslümanlar, çeşitli mezheplere bölünmüşlerdir. Böylece onlarca fıkhi mezhep ortaya çıkmıştır. Ancak Abbasî halifelerinin ve onlardan sonraki bazı yöneticilerin baskıları neticesinde bu dört mezhep resmi mezhep olarak yayılmış ve mezhepler dörtle sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Meşhur ve muteber tarihçi Makrizi "El-Hutat" adlı eserinde bu hususta şöyle yazıyor: "Kadı Ebu Yusuf Hicri 170'de Abbasi Halifesi Harun Reşid tarafından kadılık makamına atandı; o işini sürdürerek baş kadılık makamına kadar yükseldi. O bu makamda Horasan'dan ta Şam'a kadar bütün beldelerde özellikle Ebu Hanife'yi taklit edenleri bu makama atamaya dikkat ediyordu. Böylece Hanefi mezhebinin yayılmasında Ebu Yusuf en büyük rolü oynadı." Doğuda Hanefi mezhebinin yayılmasıyla birlikte Batı'da (Afrıka'da) Ziyad b. Abdurrahman vasıtasıyla Maliki mezhebi yayılmaktaydı. Makrizi diğer mezheplerin yayılmasına işaretle şöyle diyor: "Daha sonra Mısır sultanı Baybaros, Mısır'a Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli olarak dört kadı tayin etti. Baybaros Hicri 658'de saltanatı ele geçirmiş ve Hicri 676'da vefat etmiştir." Makrizi şöyle devam ediyor: "Hicri 665 yılında Mısırda dört mezhebe bağlı dört kadının (hakimin) atanması ve bu işin sürdürülmesi üzerine tüm İslam beldelerinde dört mezhebin dışında resmi tanınan başka bir mezhep kalmadı. Bu mezheplerden başkasına bağlı olanlarla düşmanlık edildi; onlara karşı çıkıldı bu mezheplerden birine bağlı olmayan kimse kadı olarak tayin edilmedi; hitabet, cemaat İmâmlığı ve tedris kürsüsü ona verilmedi.

Bu müddet zarfında çeşitli fakihler de bu mezheplere uymanın farz ve diğer mezheplere uymanın haram olduğuna dair fetvalar verdiler..." İbn-i Futi'de El-Havadis-ül Camia adlı eserinde 631 yılının olaylarını anlatırken mezheplerin dörtle sınırlandırılışının Abbasi Halifesi Müstansirubillah'ın emriyle Bağdat'taki "Müstansariyye" Medresesi'nde bu mezheplerden her birine bir tedris kürsüsü verilerek gerçekleştirildiğini açıkça vurgulamaktadır. Bu husustaki tarihi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısacası bu dört mezhebin hak olup diğer mezheplerin hak olmadığı görüşü, her hangi bir şeri delile dayanmamaktadır. Bu mezheplerin dörtle sınırlandırılmasında en önemli rolü zalim sultanlar oynamıştır. Kısacası tahkik ehline göre, dört mezhebin hak ve diğer mezheplerin batıl olduğuna dair her hangi bir delil ortada yoktur. Hatta bu mezheplerin kurucuları olan mezhep İmâmları bile ortaya koydukları görüşlerin (ki sonradan bir fıkhi mezhep haline gelmiştir) bir içtihattan ibaret olduğunu açıklamışlardır. Bunlar kendi içtihatlarının hak ve diğerlerinin geçersiz olduğunu iddia etmemişlerdir. Örneğin Hatip Bağdadi Meşhur tarih kitabında (13. cildinde) Mezahim b. Zefr'den naklediyor ki: Ebu Hanife'ye "Bu verdiğin fetvalar ve kitaplarında yazdığın bu konular, şüphesi olmayan hak mıdır?" diye sordum. Ebu Hanife: "Allah'a yemin ederim ki bilmiyorum. (Benim bu fetvalarım) şüphesi olmayan bir batıl da olabilir" dedi. Ehl-i Beyt İmâmlarının Ebu Hanife'nin içtihadının batıl temele dayandığını açıkça ifade ettikleri sabittir. Ebu Nuaym, meşhur Hilyet-ül Evliya kitabında (C.3, S.196) Amr b. Cemi'den şöyle nakleder: "Ben ve İbn-i Ebi Leyla ve Ebu Hanife, İmâm Cafer Sâdık'ın huzuruna gittik İmâm, İbn-i Ebi Leyla'dan "Bu şahıs kimdir? diye sordu. İbn-i Ebi Leyla din hususunda bilinçli bir şahıstır diye cevap verdi. İmâm: "Şâyet o dini kendi görüşüyle kıyas ediyor? (Mukayese yoluyla hükümleri çıkarmaya çalışıyor) dedi. O "Evet" dedi. Sonra İmâm kıyasın batıl olduğunu ispatlamak için ondan bazı sorular sordu. Ebu Hanife İmâm'ın sorularını cevaplayamadı. İmâm, o soruların cevabını verdikten sonra şöyle buyurdu: "Ey Nu'man (Ebu Hanife'nin ismi Nu'man'dır) babam, büyükbabamdan nakletmiştir ki, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Din işlerinde ilk kıyas (mukayese ve benzetme) yoluna giden İblis'tir (Şeytan'dır). Allah-u Teala ona: "Adem'e secde et", dedi. O ise "Ben ondan daha üstünüm; beni ateşten ve onu topraktan yaratmışsın" (yani Şeytan ateşle toprağı birbirine mukayese ederek kendi üstünlüğünü ortaya koymaya çalışmıştır) dedi. Her kim dinde kendi görüşüyle kıyas ederse Allah Teâlâ onu kıyamet günü İblis'le birlikte kılar. Çünkü o, kıyasta ona (İblis'e) uymuştur."Bu hadisi Ebu Nuaym başka bir senetle de nakleder; bu ikinci nakilde şöyle der: İmâm Cafer Sâdık Ebu Hanife'den sordu ki: "Adam öldürmek mi daha büyüktür (büyük günahtır) yoksa zina mı? Ebu Hanife, adam öldürmek, diye cevap verdi. İmâm dedi ki (Öyleyse neden) Allah Teala adam öldürmede (adam öldürmenin ispatında) iki şahidi yeterli bilmiştir; ama zinada dört şahit istemiştir. Yine İmâm Cafer Sâdık sordu ki "Namaz mı daha önemlidir yoksa oruç mu? O namaz diye cevap verdi. Bunun üzerine İmâm şöyle dedi: "Öyleyse neden kadın hayız (adet) olduğu zamandaki orucunu kaza etmesi gerekir, ama namazını kaza etmesi gerekmez? Yazıklar olsun sana kıyas nasıl doğru olabilir? Allah'tan kork ve dini kendi görüşünle kıyas etme."İbn-i Hallikan Ka'nebi'den naklediyor ki: "Malik'in (Malikî mezhebinin İmâmı) ölüm hastalığında iken yanına gittim; selam vererek oturdum. Malik'in ağladığını gördüm. "Neden ağlıyorsun?" dedim. O, "Nasıl ağlamayayım? Ağlamaya benden daha müstahak olan kim olabilir? Allah'a yemin ederim ki kendi görüşüm üzere fetva verdiğim her konuda bana bir kırbaç vurulmasını ve benim o fetvayı vermemiş olmamı isterdim. Keşke kendi reyimle hiç fetvam olmasaydı..." dedi." Diğer iki mezhepler için de aynı şeyler söz konusudur. Kendi içtihadı ve reyiyle fetva veren ve kıyasın temelini atan İkinci Halife Ömer b. Hattab'ın bile "Din hakkındaki görüşlere kötümser olun; bizim görüşler zanna ve tekellüfe dayanır" dediğini, İbn-i Hazm El-Muhella kitabında nakleder. Ebu Davud Secistani de kendi Sünenin'de Ömer'in, "Hak olan Peygamber'in sözüdür, bizim görüş ve sözlerimiz böyle değildir; bizim sözlerimizi bırakın" manasını ifade eden bir sözünü nakleder. (Oysa Ömer'in bizzat kendisi kıyas yoluyla hüküm çıkarmanın temelini atan şahıslardan sayılır. Ömer'in kendi valisi olan Ebu Musa Eş'ari'ye şöyle yazdığı nakledilmiştir: "Kur'ân ve sünnette olamayan ve senin hatırına bir şey gelmeyen konularda çabuk fetva verme; çok düşün ve benzeri konuları bil ve onları birbiriyle karşılaştır ve hakka daha benzer olanına kıyas et" (Ebu İshak Şirazi, Tebekatu'l-fukaha, İbn-i Kayyim, A'lam'ul Mukiin) Kısacası yukarıda işaret edildiği üzere Ehl-i Beyt İmâmlarının bu mezheplerin dayandıkları temelin (kıyas)'ın batıl olduğunu açıkladıklarını nazara alarak ve bizzat söz konusu mezhep İmâmlarının bile, kendi görüşlerinin hak olmayacağını itiraf etmelerini göz önünde bulundurarak şöyle deriz: Dört mezhep haktır demek din adına büyük bir pervasızlıktır. Allah bizleri büyük yanılgılardan korusun. Ama Caferi mezhebine gelince iş tamamen farklıdır; çünkü bu mezhep Peygamber (s.a.a)'in Kur'ân ve Ehl-i Beyt'e sarılmaya dair kesin emri doğrultusunda şer'i hükümlerde Ehl-i Beyt'e uymayı esas almak temeli üzerine kuruludur. Bu mezhepte herhangi bir kıyas ve benzeri batıl yöntemlere başvurulmaz. Ehl-i Beyt İmâmları (12 masum İmâm) sadece Allah'ın onlara verdiği vehbi ilimle Allah'ın dinini her hangi bir zann, içtihat ve re'ye başvurmadan ortaya koymuşlardır. Caferilik veya başka bir ismiyle Şia (Ehl-i Beyt mektebi) Peygamber'in, ilminin kapısı olarak tanıttığı Hz. Ali ve onun soyundan olan masum İmâmlara uymak temeli üzere kuruludur. Bu mezhebin Caferi olarak adlandırılması, İmâm Cafer Sâdık'ın bu mezhebin tek İmâmı olmasından değildir; Emevilerin çöküşü ve Abbasilerin başa geçmesi döneminde meydan gelen gevşemenin İmâm Cafer Sâdık'ın dönemine rastlaması ve bu iki grubun (Abbasilerle Emevi'lerin) birbiriyle uğraşmasından dolayı meydana gelen nisbi rahatlıktan yararlanarak İmâm Cafer Sâdık'ın, Şia'nın inançları ve fıkhi meselelerini beyan etmesinden dolayıdır.ndan sonraki dönemlerde olduğu gibi, şer'i konularda Ehl-i Beyt'e bağlı kalmışlardır.

DÖRT MEZHEP NASIL ORTAYA ÇIKTI

Dört Ehlisünnet mezhebinin kurucusu da tarih boyunca Ehlibeyt imamlarını dışlamış, onlarla muhalefet etmiş, onlara yönelmemiş, onların kurtuluş gemisine binmemiş ve zamanlarının imamını tanımamıştır.
"Eğer o iki sene olmasaydı Numan (Ebu Hanife) helak olurdu" diyerek İmam Sadık'ın (a.s) yanında aldığı iki yıllık dersin önemini belirten Ebu Hanife, buna rağmen açık hadisler karşısında kıyasa ve şahsî görüşlerine dayalı bidatler içeren bir mezhep kurmuştur.
Aynı şekilde "İmam Cafer Sadık'tan (a.s) daha bilgili birini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir insan gönlünden geçirmemiştir" diyen Malik de ondan faydalanmış olmasına ve onu insanların en bilgilisi göstermesine rağmen farklı bir mezhep kurmuş; Abbasîlerin bu konuda tam desteğini almış; onlar tarafından "Daru'l-Hicret" (insanların ilim öğrenmek için evine hicret ettiği ve sünneti öğrendiği makam) diye adlandırılmış; kısa zamanda güce, üne ve paraya kavuşmuş; nüfuz sahibi olmuştur.
Şafiî ise Peygamber Ehlibeytinin Şia'sı olmakla suçlanıyordu. Zira Şafiî, onlar hakkında şöyle şiirler okumuştu:
Ey Allah resulünün Ehlibeyt'i, sevginiz vaciptir
Allah da bunu Kurân'da böyle nazil etmiştir
***
Sizin yüceliğinize delil olarak şu yeter
Kim size selam göndermezse namazı bâtıl eder
***
Merkeplere binmiş halde gördüğümde insanları
Sapkınlığa ve cahillik deryasına sürüyorlardı onları
Derken Allah'ın ismine ve kurtuluş gemilerine bindim
Onlardır işte Ehlibeyt'i son peygamber Mustafa'nın
***
Sevgilerine sarıldım, şu Allah'ın ipine
Zaten emrolunduk biz de o ipe sarılmaya
***
Eğer Âl-i Muhammed'i sevmek Rafızîlik ise
Şahit olsun bütün âlem, Rafızî'yim ben de
Şafiî eğer bütün âlemi Rafızî olduğuna dair şahit olmaya çağırıyorsa, öyleyse neden Ehlibeyt'e (a.s) alternatif ve hatta zıddı olarak ortaya çıkarılan mezhepleri kenara itmedi? Bunu da boş verin, neden kendi adına yeni bir mezhep kurdu? Ve hatta bunu da boş verin, neden kendi döneminde yaşayan Ehlibeyt imamlarından (a.s) kaçındı?
Peki ya Hz. Ali'yi ilk kez dördüncü halife olarak tanıyan ve onu Hülefa-i Raşidîn'den sayan Ahmed b. Hanbel'e ne demeli?
"Peygamber'in sahabeleri arasında onca fazileti olan Ali (a.s) kadar hiç kimsenin hakkında sahih senetli hadis rivayet edilmemiştir" diyen Ahmed b. Hanbel, dönemindeki âlimler onun hakkında "Fakih biri değildir" demesine rağmen bir mezhep kurmuş ve ona Hanbelî adını vermiştir.
Şeyh Ebu Zühre onun hakkında şöyle yazar: "Geçmiştekilerin çoğu Ahmed b. Hanbel'i fakih saymamıştır. Ahmed b. Hanbel'in zamanına yakın bir dönemde yaşayan İbn-i Kuteybe ve İbn-i Cerir Taberî onu fakih olarak görmeyenler arasındadır."[123]
İbn-i Teymiye, Hanbelî mezhebine kendi görüşlerini de ekleyerek bu mezhebi yaygınlaştırmıştır. Örneğin; kabir ziyaretini ve üzerinde yapılar yapmayı haram kılmış, Ehlibeyt'e tevessül etmeyi yasaklamış ve tüm bunları şirk olarak nitelendirmiştir.
İşte dört mezhep, işte kurucuları ve işte bunların Peygamber Ehlibeyt'i hakkındaki görüşleri!
Allah katında çirkin bir davranış olmakla beraber bunlar bazı sözler söylüyor, ama ona amel etmiyorlar. Çünkü bu mezhepleri kendileri kurmamış ve bu bidatleri onlar çıkarmamıştır. Aslında onlar sadece Emevî ve Abbasîlerin takipçileridirler. Bu mezhepleri zalim halifelerin yardımıyla kurmuşlardır. Doğal olarak da ölümlerinden sonra bu mezhepler onların adıyla anılmıştır. Bu konuları daha sonra da inceleyeceğiz.
Hidayet imamları olan Ehlibeyt zamanında yaşamış, ama onlardan yüz çevirmiş, onların nuruyla aydınlanmamış, Ehlibeyt'in bizzat dedelerinden (Peygamber efendimizden) naklettikleri hadisleri kenara itip başkalarının rivayetlerini esas almış ve hatta bu konuda Yahudi asıllı Kâbu'l-Ahbar ve Ebu Hureyre Dûsî'nin rivayetlerine öncelik vermiş bu mezhep imamlarına şaşırmamak mümkün mü? Hâlbuki İmam Ali (a.s) Ebu Hureyre hakkında şöyle buyurmuştur: "Peygamber hakkında insanların en yalancısı Ebu Hureyre'dir." Hatta Ayşe dahi Ebu Hureyre hakkında aynı sözü söylemiştir.
Onların yaptıkları bunlarla da kalmamış, Nasıbîliği ve Hz. Ali'ye düşmanlığıyla bilinen Abdullah b. Ömer'i Ehlibeyt'ten öne geçirmişlerdir. Oysaki Abdullah, müminlerin emiri Hz. Ali'ye biat etmekten kaçınmış, onun yerine sapkınların öncüsü olan Haccac b. Yusuf'a biat etmiştir.
Yine, Muaviye'nin hile ve entrikalarında bir numaralı yardımcısı ve müşaviri olan Amr b. As gibi birini Ehlibeyt'ten üstün tutmuşlardır.
Bu insanların, şahsî görüşlerine dayanarak Allah'ın dininde kendilerine nasıl kanun koyuculuk hakkı verdiklerine; Peygamber sünnetini nasıl ayaklar altına aldıklarına ve kıyas,[124] istihsan,[125] sedd-i zerai',[126] mesalih-i mürsele[127] vb. gibi daha birçok bidatlerle Ehlibeyt'e karşı nasıl savaştıklarına hâlâ şaşırmamak mümkün mü?
Allah ve Peygamberi (s.a.a) dini kemale erdirmeyi düşünmediler de bu konuda "Gerisini siz yapın; canınızın istediği helal, istemediği de haram olsun!" mu dediler? Dört mezhebin kurucusuna mutlaka uyma konusunda Ehlisünnet'in elinde, Allah'ın kitabından veya Peygamber'in (s.a.a) sünnetinden yazılı bir belge mi var?
Ben, bu konuda bütün dünyayla tartışmaya hazırım. Varsa, Allah'ın kitabından veya Peygamber'in sünnetinden bir delil göstersinler. Vallahi gösteremezler. Hatta bu konuda omuz omuza verseler dahi delil gösterecek bir şey bulamazlar.
Allah'a ant olsun ki, Allah'ın kitabında ve Peygamber'in sünnetinde, Ehlibeyt imamlarına uymamızı gerektiren delillerden başkası yoktur. Bilakis bu konuda hakikati aydınlatan göz alıcı sayısız deliller vardır.
"Öyleyse ibret alın, ey görmekte olanlar!"[128]
"Doğrusu gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur."[129]

Ehlisünnet Mezheplerinin Yayılmasındaki Sır

Sünnî mezheplerin, iktidar sahibi hükümetlerin istekleri doğrultusunda ve özellikle onlar tarafından çıkarıldığını tüm araştırmacılar bilir. Halk, kendi hükümdarlarının yanında olduğu için onların taraftarı da çok olmuştur.
Tarih boyunca onlarca mezhep kurulmuş, ama hükümetler tarafından desteklenmediği için çabuk yok olmuştur. Ûzaî, Hasan Basrî, Ebu Uyeyne, İbn-i Ebî Zueyb, Süfyan Surî, İbn-i Ebî Davud, Leys b. Sâd ve daha birçoklarının kurduğu mezhepler, bu mezheplerdendir.
Örneğin Malik b. Enes'in arkadaşı olan Leys b. Sâd, Malik'ten daha bilgi ve daha fakih biri olmasına rağmen[130] kurduğu mezhep, diğer mezheplere karışarak kaybolmuştur. Yine bu konuda Ahmed b. Hanbel şöyle der: "İbn-i Ebu Zueyb, Malik b. Enes'ten daha bilgiliydi. Ama Malik, insanları elemekte daha ustaydı."[131]
Tarihe dönüp baktığımızda görürüz ki Malikî mezhebinin kurucusu olan Malik b. Enes, devlete yakınlaşmış, onlarla uyum içerisinde olmuş ve onlarla hareket ederek yol kat etmiştir. Bundan dolayı büyük bir nüfuza sahip oldu ve şöhret buldu. Kimi zaman zor kullanarak, kimi zaman da parayla bu mezhep daha da genişledi. Özellikle Endülüs'teki öğrencisi Yahya b. Yahya, Endülüs hükümdarıyla dost olabilmek için çok çaba sarf etmiş, sonunda onunla akraba olmuştu. Bunun akabinde hükümdar, kadı atama işini ona havale etmiş, o da tüm kadıları Malikî olan dostları arasından atamıştı.
Hanefî Mezhebi'nin hızlı bir şekilde yayılmasının sebebi ise, Ebu Hanife'nin ölümünden sonra samimi olduğu iki öğrencisi Ebu Yusuf ile Muhammed b. Hasan Şeybanî'nin o dönemlerde Harun Reşid'in yakınlarından olmalarıydı. Bunlar, Harun'un hükümetini sağlamlaştırmak için onunla işbirliği içindeydiler. Zevkine düşkünlüğüyle tanınan Harun, bu iki kişinin izni olmadan hiç kimsenin fetva vermesine veya yargıda bulunmasına izin vermezdi. Onlar da fetva ve yargı makamına, Hanefî Mezhebi'ne mensup olan kadıları atıyorlardı. Böylece âlimlerin en büyüğü Ebu Hanife, mezheplerin en büyüğü de Hanefî Mezhebi sayıldı. Oysaki Ebu Hanife'nin dönemindeki âlimler onu kâfirlik ve dinsizlikle suçluyorlardı. Ahmed b. Hanbel ve Ebul Hasan Eş'arî, bu şekilde düşünenler arasındaydı.
Şafiî Mezhebi ise yok olmaya doğru yüz tutmuşken bir anda canlanmış ve güç kazanmıştı. Bunun arkasında da yine devlet vardı. Mısır'ın Fatımî Şiası olduğu dönemlerde Selahaddin Eyyubî, Şafiî olmuştu. Selahaddin Eyyubî, Şiîleri takip ediyor, fişliyor, fırsatını bulunca da koyun gibi boğazlıyordu.
Hanbelî Mezhebi de Mutasım'ın zamanında Abbasîler tarafından desteklenmeseydi, diğerleri gibi o da yok olup gidecekti. Kurân'ın mahluk olduğuna inanan Ahmed b. Hanbel, bu görüşünden vazgeçerek bir Nasıbî (Ehlibeyt düşmanı) olan Mütevekkil'in yanında büyük bir makam elde etti. Bu mezhep, geçtiğimiz yüzyıl, Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'ın zamanında tekrar kuvvet kazandı. Bu gelişme, Muhammed b. Abdülvahhab'ın, misyoner sömürgecilerin desteğiyle, Suudî hânedânıyla masaya oturmasıyla başladı. Suudîler, Muhammed b. Abdülvahhab'ın görüşlerini hemen kabul ederek onun mezhebini Arabistan ve Hicaz'a yaydı.

Hanbelî Mezhebi üç imama isnat ediliyordu:

1-Fakih olmadığını kendi dahi itiraf eden ve sadece hadis rivayet ettiğini söyleyen Ebu Hanife.
2-"Şeyhülislam" ve "Müceddidu's-Sünnet" olarak adlandırılan, döneminin alimleri tarafından "Peygamberimize tevessül ettiklerinden dolayı bütün Müslümanlar müşriktir!" dediği için kâfir ilan edilen İbn-i Teymiye.
3-Önceleri Hanbelî Mezhebi'ni yeniden dirilten, İbn-i Teymiye'nin görüşlerini kendine esas edinen ve sonraları Ahmed b. Hanbel'in adını unutturan, İngiltereli misyoner sömürgeciler tarafından geçtiğimiz yüzyılda Ortadoğu'da yetiştirilen ve artık mezhebinin adı Hanbelî değil de Vahabîlik olarak anılan Muhammed b. Abdülvahhab.
Hiç şüphesiz, bu mezheplerin yayılmasında ve yaygınlaştırılmasında yatan asıl sebep, hükümdarlardı. Ve yine hiç şüphesiz, bu hükümdarların tamamı Ehlibeyt (a.s) düşmanıydı. Çünkü onlar, sürekli Ehlibeyt'i, mevcudiyetlerini ve hükümdarlıklarını ortadan kaldıracak bir tehlike olarak görüyorlardı. Dolayısıyla onları daima halktan uzak tutmaya ve küçük düşürmeye çalışıyor, onların yolundan gidenleri de öldürüyorlardı.
Bu hükümdarlar, siyasetleriyle bağdaşan fetvalar vermek üzere bazı alimleri öne sürdüler. Çünkü halk, sürekli dinî meselelerle yüz yüzeydi ve onlara ihtiyaç duyuyordu. Din ve dinî meseleler hakkında bilgileri olmayan sözde "İslam" halifeleri de bir bakıma bu alimlere muhtaç idi. Sonuçta onlar da alim bulmak ve hükümetleri adına insanlara fetva dağıtmak durumundaydı. Böylece halka "Din başka, siyaset başka" imajını vereceklerdi. Halife hükmeden bir siyasetçi, fakih de bir din adamı olacaktı. Nitekim günümüzde de bütün İslam ülkelerinin devlet başkanları aynı siyaseti uygulamaktadırlar. Devlet siyasetine ters düşmeyecek birini müftü veya başka bir isimle halkın mercii haline getiriyor, dinî ve fıkhî meselelerde fetva yetkisi veriyorlar. Gerçekte ise bu kişi, devletin ona dikte ettiği hükümden başka bir hüküm veremiyor. Çünkü devlet ona bu hakkı tanımıyor ve ancak razı olduğu hükümlerin verilmesini istiyor. Veya en azından verilen fetvaların devlet siyasetiyle çelişmemesini istiyor.
Bu oluşum aslında ilk üç halife döneminde meydana gelmiştir. Onlar resmen din ve devlet işlerini birbirinden ayırmasalar da siyasetlerini yürütebilmek için din adına fetvalar vermişlerdir. Bir yere kadar Peygamber'i (s.a.a) gören ve onunla oturmuşluğu olan bu halifeler, siyasetlerine zarar vermeyecek Peygamber sünnetlerini öğrenmiş ve bunlarla göz boyamışlardı.
Muaviye hicretin 9. yılında Müslüman oldu. Sahih rivayetlere göre Peygamberimizi uzun bir süre görmemişti. Dolayısıyla sünnet konusunda pek fazla bilgisi yoktu. Bu yüzden çareyi Ebu Hureyre ve Amr b. As gibi sahabeleri istihdam etmekte bulmuş, onlara diledikleri gibi fetva verebileceklerini söylemişti.
Onun ardından Emevî ve Abbasîler de aynı siyaseti ya da onların deyimiyle bu "güzel bidati" devam ettirdiler. Tahta geçen her hükümdarın yanında, devlet siyasetiyle ters düşmeyen kadıları atama işini yapan bir baş kadı (kadılar kadısı) olur, bunlar, saltanatın temelini sağlamlaştırmaya çalışırlardı.
Bu kadıların, efendileri olan halifeleri razı edebilmek için Allah'ı nasıl gazaplandırdıklarını artık siz düşünün! Hal böyle olunca, pak Ehlibeyt imamlarının (a.s) neden siyasetten uzaklaştırıldıklarını daha iyi anlıyoruz. Nitekim tarih boyunca hiçbir Ehlibeyt imamının bir kadılık makamına oturtulduğu görülmemiştir.
Eğer Ehlisünnet'in dört mezhebinin nasıl hükümdarlar tarafından desteklendiğini ve bu vesileyle yayıldığını araştırmak istiyorsak, sadece Malikî Mezhebi'nin ortaya çıkmasındaki sır perdesini aralamamız yeterli olacaktır.
Malik, sadece Muvatta adlı kitabıyla meşhur oldu. Bu kitabı kendisinin yazdığı ve Kurân'dan sonra en doğru kitap olduğu söylenir. Hatta bazı Ehlisünnet âlimleri onun Sahih-i Buharî'den daha iyi ve daha üstün olduğuna inanır.
Malik'in şöhret sınırı o kadar genişledi ki insanlar onun hakkında "Malik'in olduğu yerde (Medine) başka birine fetva vermek düşer mi?" demeye başladı. Sonra da ona "Daru'l-Hicret" (insanların ilim öğrenmek için evine hicret ettiği ve sünneti öğrendiği makam) dendi.
Malik, "İnsanlardan zorla biat almak haramdır" şeklinde bir fetva vermiş, dönemin Medine valisi Cafer b. Süleyman, ona bu fetvasından dolayı yetmiş kırbaç vurmuştur.
Malikîler her ne kadar bu olaya dayanarak Malik'in, dönemin hükümdarlarıyla muhalefet içinde olduğunu ispatlamaya çalışsalar da bu, doğru değildir. Çünkü bu olayı anlatanlar, olayın devamını da açıklamışlardır. Şimdi, bu olayı rivayet edilen şekliyle naklediyoruz:
«İbn-i Kuteybe şöyle yazar: Rivayet edilir ki, Cafer'in Malik'e yaptıkları ve onu kırbaçladığı haberi Ebu Cafer Mensur'un kulağına çattığında bu olaya üzülmüş, ona karşı yapılan bu davranışı oldukça kötü ve çirkin bulduğunu belirtmişti. Mensur, daha sonra bir mektup yazarak Cafer b. Süleyman'ı görevinden azletti ve onu çıplak bir deveye bindirerek Bağdat'a getirtti. Daha sonra Malik b. Enes'e de bir mektup yazarak onu Bağdat'a çağırdı. Ama Malik özür içeren bir mektup göndererek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Mensur, bir mektup daha yazarak şöyle dedi: "Önümüzdeki yıl hac merasimi için geldiğimde benim yanıma gel. Çünkü bu yıl hac yolculuğuna çıkmayı düşünüyorum."»[132]
Eğer müminlerin emiri (!) diye çağrılan Abbasî halifesi Ebu Cafer Mensur, sırf Malik'i dövdüğü için amcasının oğlu Cafer b. Süleyman'ı Medine valiliğinden azletmişse, bu konu daha esrarengiz bir hâl almış oluyor. Zira Cafer b. Süleyman, amcasının oğlu Ebu Cafer Mensur'un hilafetini sağlamlaştırmak için Malik'i dövmüştü. Dolayısıyla onun azledilmesi ve çıplak deveyle Bağdat'a getirtilmesi yerine daha fazla saygıyla anılması veya terfi ettirilmesi gerekiyordu. Ama görüyoruz ki Mensur bunun tam tersini yaparak onu görevinden azlediyor, en kötü bir şekilde yanına getirtiyor ve bir mektup yazarak Malik'in gönlünü almaya çalışıyor. Bu, şaşılacak bir şey!
Buradan anlaşılıyor ki Medine valisi ahmakça bir harekette bulunmuş, Malik'in halife yanında saygın ve güvenilir biri olduğunu anlayamamıştır. Eğer Malik'in Mensur'la böyle bir yakınlığı söz konusu olmasaydı, halkı zorla kendine biat ettiren Mensur, bunu üzerine alınarak öz amcasının oğlunu valilikten azletmezdi.
Bu tür olaylara günümüzde de rastlamak mümkündür. Bazen devlet erkânından biri, halktan birine hakaret ediyor, rejimi güvence altına almak için onu hapse attırıyor, ardından hapse attırılan kişinin söz gelimi devlet başkanının veya eşinin akrabası olduğu anlaşılıyor, derken hapse atan kişi görevden uzaklaştırılıyor. Bazen de bu kimseler, görevden alınma veya uzaklaştırılmaların sebebini dahi bilemiyor.
Söz açılmışken, burada, Fransa'nın Tunus'u işgal ettiği zaman gerçekleşen bir olayı anlatayım: İsaviye tarikatının şeyhi, müritleriyle birlikte akşamları davul eşliğinde yüksek sesle kaside okurlar, yaya olarak cadde ve sokaklardan geçerek evliyalardan birinin türbesine giderlerdi. Bu, onların devamlı yaptıkları bir gelenekti.
Bir gece, tarikat üyeleri aynı geleneklerini icra ederken Fransız bir polisin kaldığı evin önünden geçerler. Fransız polis, çıkan gürültüden rahatsız olur ve öfkeyle evinden dışarı çıkar. Yasalara göre komşuya saygı amacıyla gece saat 22.00'dan itibaren gürültü yapmak yasak olduğu için polis bu gerekçeyle onların davullarını kırar ve kalabalığı dağıtır.
Bu olay bir süre sonra Fransa'nın Tunus temsilcisi tarafından duyulur ve Fransız polis kısa sürede görevinden alınır. Daha sonra İsaviye Tarikatı şeyhi temsilciliğe davet edilir ve ondan özür dilenir. Yapılanları telafi etmek ve verilen hasarı gidermek amacıyla ona bol miktarda para verilir.
Yakınlarından birinin "Neden böyle yaptın?" diye sorması üzerine temsilci şöyle cevap verir: "Bize göre bu vahşilerin davul çalarak boş sözlerle meşgul olmaları ve akrep yemeleri, onların bizimle uğraşmalarından daha iyidir. Çünkü biz, onların haklarını (Tunus'u) ellerinden aldık."
Şimdi tekrar konumuza dönelim. Malik'in kendisi, halife Mensur'la yaptığı görüşmeyi bakın nasıl anlatıyor:

Malik'in Ebu Cafer Mensur'la Görüşmesi

Bu rivayeti büyük tarihçi İbn-i Kuteybe, Tarihu'l-Hulefa adlı kitabında, Malik'in kendi ağzından nakletmiştir. Dolayısıyla çok iyi dikkat etmemiz gerekiyor:
«Malik şöyle yazıyor: Mina'ya gittiğimde padişah çadırlarına rastladım. Bizzat gidip (halifeyle görüşmek için) izin istedim. Görüşmelerden sorumlu şahıs beni içeri alarak izin verdi. Ona "Müminlerin emirinin çadırına vardığımızda bana haber ver" dedim. Beni o çadırlardan bu çadırlara dolaştırıp durdu. Her çadırda kılıçlı ve mızraklı askerler vardı. Nihayet sorumlu şahıs, "İşte (halifenin çadırı) bu!" dedi ve geri çekildi. İçeri girdiğimde halife oradaydı. Tahtından inmiş, kenarda duran halının üzerinde oturmuştu. Üzerinde sıradan insanların giydiği mütevazı bir elbise vardı. O, tüm bunları bana karşı mütevazı görünmek için yapmıştı. Çadırda ikimizden ve hemen yanı başında elinde kılıçla duran adamdan başka kimse yoktu. Yanına yaklaştığımda beni karşılayıp yanına oturttu. O sürekli "buraya (otur)" gibi işaretler yaparken ben de "şurada oturacağım" gibi işaretle cevap vermeye çalışıyordum. Sonunda beni yanına oturttu ve dizlerini dizlerime yapıştırdı. Ardından ilk söylediği söz şu oldu: "Ey Ebu Abdullah! Allah'a ant olsun ki senin kırbaçlanmanı ben emretmedim. Bundan haberim bile yoktu. Sonradan öğrendim. Ama öğrendiğimde buna asla razı olmadım. (Malik'in dövülmesini kast ediyor.)
Ben her halükârda Allah'a hamd ettim, resulüne selam gönderdim ve bana yapılanlar konusunda onun suçsuz olduğuna inandığımı bildirdim.
Mensur, "Ey Ebu Abdullah! Sen şu Haremeyn halkının arasında bulunduğun sürece onların işleri yolundadır. Öyle zannediyorum ki, senin sayende bu halk Allah'ın azabından yana güvendedir. Allah senin sayende büyük belayı onlardan uzaklaştırmıştır. Zira benim bildiğim kadarıyla onlar herkesten daha çok fitne ve kargaşaya meyilliler, ama buna güçleri yetmiyor. Her neredeyseler Allah onları öldürsün! Ben bu Allah düşmanını çıplak bir deveye bindirerek Medine'den getirtip hor karşılanmasını ve dar bir yerde hapsedilmesini emrettim. Sana verdiği cezanın kat kat fazlasını ona vermek istiyorum." dedi. Bunun üzerine ben, "Allah müminlerin emiri Mensur'u selamet etsin; ben onu Resulullah'la ve seninle olan akrabalık bağı için affettim" deyince, Mensur, "Allah da seni bağışlasın ve sana rahmet etsin!" dedi.
Daha sonra benimle geçmiş âlimler hakkında konuştu. İnsanları herkesten daha iyi tanıdığını gördüm. İlimden ve fıkıhtan söz açınca ihtilaf ve ittifak edilen konularda yine herkesten daha bilgili olduğunu gördüm. Bütün rivayetleri biliyor, duyduğu her şeyi güzel anlıyordu.
Sonra bana dönerek: "Ey Ebu Abdullah! İlmi tedvin et ve geliştir. Bu konuda çeşitli kitaplar yaz. Abdullah b. Ömer'in insanları zorluğa sevk eden hükümlerinden, Abdullah b. Abbas'ın kolaylığa iten hükümlerinden ve Abdullah b. Mesud'un sıra dışı fetvalarından kaçın; sen orta yolu seç. İmamların ve sahabenin ortak oldukları konuları yaz. Böylece Allah'ın yardımıyla insanlar senin ilmini ve kitaplarını öğrenip her yerde yaysınlar. Biz de bu kitaplara muhalefet edilmemesi ve ona göre hüküm verilmesi için gerekeni yapacağız."
(Malik der ki:) Dedim ki: "Allah sizi korusun; Irak halkı bizim ilmimizi beğenmiyor ve bu konuda bizi dikkate almıyor." Bunun üzerine Mensur şöyle dedi: "Biz onları bu konuda mecbur edeceğiz. Kılıçla kafalarını vuracak, kırbaçlarımızla bellerini bükeceğiz. Sen bir an önce bu kitapları yaz. Oğlum Muhammed Mehdi önümüzdeki yıl Medine'ye gelecek. O geldiğinde Allah'ın izniyle bu kitaplar bitmiş olsun!"
Malik der ki: Biz öylece oturmuştuk. Ansızın içeri küçük bir çocuk girdi. Bana bakıp korktu ve geri geri gitmeye başladı. Ebu Cafer (Mensur) ona dönerek "Buraya gel, canım! Bu, Hicazlıların fakihi Ebu Abdullah'tır" dedi. Sonra da bana dönerek, "Ey Ebu Abdullah, bu çocuğun neden korktuğunu ve geri çekildiğini biliyor musun?" diye sordu. "Hayır" deyince şöyle cevap verdi: "Yemin ederim ki sana bu kadar yakın oturmamdan korktu. Çünkü hiç kimsenin yanında beni böyle otururken görmemişti."
Malik der ki: Mensur daha sonra bana bin dinar saf altın ve pahalı giyecekler verilmesini emretti. Bin dinar da oğluma verdi. Daha sonra izin alarak dışarı çıktık. Birbirimizle vedalaşırken bana dua etti.
Yolda ilerlerken Mensur'un kölelerinden biri geldi. Elinde değerli bir elbise vardı. Adetleri gereği onu omzuma attı. Birine elbise hediye etmek isteseler, kim olursa olsun böyle yaparlardı. Hediyeyi alan kimse de onu giyip halkın arasına çıkar, daha sonra kölesine bağışlardı. Köle, elbiseyi üzerime attığında adeta omzum çöktü. Onunla halkın arasına girmek istemiyordum. Mensur arkadan (kölesine) seslenerek "O elbiseyi Ebu Abdullah'ın çadırına kadar sen götür!" dedi…»[133]

Bu Konuda Bir İnceleme

İmam Malik ile zalim halife Ebu Cafer Mensur arasındaki samimi görüşmeyi inceleyecek olursak, şu sonuçlar ortaya çıkar:

1-Abbasî halifesi, kendi amcazadesi olan Medine valisini kötü bir şekilde görevinden azledip cezalandırıyor; sonra da amcazadesinin yaptıklarından ötürü Malik'ten özür diliyor. Olanlardan haberinin olmadığını ve bu konuda herhangi bir telkinde bulunmadığını söyleyerek doğru söylediğine dair yemin ediyor ve olanların kabul edilir bir şey olmadığını belirtiyor.
Tüm bunlar ikisinin de aynı görüşte olduğunu ve Malik'in, Mensur nezdinde yüce bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Zira görüyoruz ki Mensur onu sıradan bir halk elbisesiyle karşılıyor ve dizinin dibine oturtuyor. Öyle ki bunu gören küçük çocuk, daha önce babasını kimseyle böylesine samimi görmediği tepki gösteriyor.

2-Mensur'un Malik'e hitaben "Sen şu Haremeyn halkının arasında bulunduğun sürece onların işleri yolundadır. Öyle zannediyorum ki, senin sayende bu halk Allah'ın azabından yana güvendedir. Allah senin sayende büyük belayı onlardan uzaklaştırmıştır…" demesinden de şunu anlıyoruz ki, Haremeyn halkı zalim halifeye karşı ayaklanmak istemiş, ama Malik, "Allah'a, Peygamber'e ve emir sahiplerine (ulu'l-emr) itaat etmek vaciptir" gibi birkaç fetva vererek onları sakinleştirmiş, halk bu fetvayla ikna olmuş, halife de onlarla savaşmaktan vazgeçmişti. Böylece Allah, bu fetvayla halifenin kasaplık yapmasına izin vermemiştir.[134]
Bundan dolayıdır ki Mensur, "…Onlar herkesten daha çok fitne ve kargaşaya meyilliler, ama buna güçleri yetmiyor. Her neredeyseler Allah onları öldürsün!" demiştir.

3-Halife, Malik'i İslam ülkelerinin her yerinde fakih olarak tanıtılması ve mezhebinin zorla da olsa yayılması konusunda gerekeni yapacağını belirtmiştir. "Biz bu kitaplara muhalefet edilmemesi ve ona göre hüküm verilmesi için gerekeni yapacağız" diyen Mensur, bu sözüyle halktan zorla ahit alacağını, dolayısıyla kimsenin buna muhalefet edemeyeceğini vurgulamak istiyordu. Korkutma politikası için de şunları söylüyordu: "Biz onları bu konuda mecbur edeceğiz. Kılıçla kafalarını vuracak, kırbaçlarımızla bellerini bükeceğiz."
Tüm bunlar, zamane sultanlarının Şiîlere yönelik saldırganlığının ne hadlere vardığını, Ehlibeyt imamlarından vazgeçip Malik gibi kimselere yönelmeleri için onlara ne denli zulümler işlendiğini açıkça ortaya koymaktadır.

4-Bu konuşmadan anlaşıldığı kadarıyla Malik ile Ebu Cafer Mensur'un sahabeler ve hilafeti zorla ele geçiren halifeler hakkındaki görüşleri aynıydı ve onları "hepsi aynı düzeyde olan ama herkesten daha üstün kimseler" olarak görüyorlardı.
Malik'in, "Daha sonra benimle geçmiş âlimler hakkında konuştu. İnsanları herkesten daha iyi tanıdığını gördüm. İlimden ve fıkıhtan söz açınca ihtilaf ve ittifak edilen konularda yine herkesten daha bilgili olduğunu gördüm…" şeklindeki anlatımına bakılacak olursa, Ebu Cafer Mensur da onun hakkında aynını düşünüyordu. Çünkü o da çoğu yerde onu bu sözlerle övmüştü. Nitekim daha önceki görüşmelerinde Mensur, Malik'e hitaben şöyle demişti: "Allah'a ant olsun ki müminlerin emirinden sonra senden daha âlim ve daha fakih birini görmedim!" Doğal olarak burada müminlerin emirinden kastı, Mensur'un bizzat kendisiydi.
Yukarıda anlatılanlardan çıkarılacak bir diğer sonuç, Malik'in de Nasibî olmasıdır. Zira Malik, asla İmam Ali'nin hilafetini resmen tanımamıştır. Çünkü daha önce de dediğimiz gibi, İmam Ali'yi dördüncü halife olarak ilk tanıyan kişi Ahmed b. Hanbel olmuştu ve o, bunu yaptığında çoğu kişi ona itiraz etmişti. Şu da bir gerçek ki Malik, Ahmed b. Hanbel'den çok önceleri yaşamış bir kimseydi.
Bundan da öteye, Malik, hadisleri naklederken bunları bir Nasibî olan Abdullah b. Ömer'e dayandırıyordu. Üstelik kendi de rivayet etmiştir ki: "Onlar Peygamber (s.a.a) zamanında kimseyi Ebubekir'e, ondan sonra Ömer'e, ondan sonra da Osman'a eşit görmüyordu. Geriye kalan diğer sahabeleri de eşit görüyorlardı." Buna rağmen Malik'in hadislerini isnat ettiği en önemli kimse Abdullah b. Ömer idi. Gerek Muvatta, gerekse Fıkıh adlı kitaplarında, en çok rivayet yine ona dayanıyor.

5-Mensur, Malik'e hitaben şöyle demişti: "İlmi tedvin et ve geliştir. Bu konuda çeşitli kitaplar yaz. Abdullah b. Ömer'in insanları zorluğa sevk eden hükümlerinden, Abdullah b. Abbas'ın kolaylığa iten hükümlerinden ve Abdullah b. Mesud'un sıra dışı fetvalarından kaçın; sen orta yolu seç. İmamların ve sahabenin ortak oldukları konuları yaz. Böylece Allah'ın yardımıyla insanlar senin ilmini ve kitaplarını öğrenip her yerde yaysınlar. Biz de bu kitaplara muhalefet edilmemesi ve ona göre hüküm verilmesi için gerekeni yapacağız."
Bu sözlerden anlaşılıyor ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat mezhebi Abdullah b. Ömer'in insanları sıkıntıya sevk eden hükümleri, İbn-i Abbas'ın kolaylık sağlayan hükümleri ve İbn-i Mesud'un sıra dışı fetvalarıyla yoğrulmuş bir mezhepti. Ama Ebu Cafer Mensur'un Malik'ten istediği gidişat, yine Malik'in seçtiği ve orta yol olarak öngördüğü, halifelerin (Ebubekir, Ömer, Osman) ve sahabelerin gidişatıydı. Ama nedense bu yol üzerinde pak imamlardan rivayet edilen tek bir Peygamber sünneti dahi bulunmuyordu.
Ehlibeyt imamlarından bazıları gerek Mensur, gerekse Malik döneminde yaşamışlardı. Ama Mensur, onları siyaset meydanından uzak tutmaya çalışıyor ve bir an evvel yaşamlarına son vermek için fırsat kolluyordu.

6-Görüldüğü gibi sünnet hakkında tedvin edilen, sahabe ve tabiînin rivayetlerini içeren ilk kitap, bizzat halifenin emriyle kaleme alınmıştır. Böylece halife, yeri geldiğinde kılıçla insanlardan biat alacak, insanları ona uymaya zorlayacaktı.
Demek ki rivayetler, mutlaka Emevî ve Abbasîlerin elinde olmalıydı. Çünkü ancak bu şekilde rivayetleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanabilecek, hükümetlerini güçlendirebilecek ve insanları rahmet Peygamberinin getirdiği asıl İslam'dan uzak tutabileceklerdi.

7-Malik, nedense Irak halkından korktuğunu söylüyordu. Çünkü Irak halkı Ali b. Ebu Talib'in (a.s) Şiî'lerinden oluşuyor, İmam Ali'nin ve onun pak evlatlarının fıkhını benimsiyordu. Dolayısıyla Malik gibilere itina etmiyorlardı. Çünkü onlar, bazı Ehlisünnet âlimlerinin Ehlibeyt'e muhalif olduklarını, halifenin yanında yer aldıklarını ve dinlerini dinar ve dirhemlere sattıklarını savunuyorlardı.
İşte bundan dolayıdır ki Malik, Mensur'a şöyle şikâyette bulunmuştu: "Allah sizi korusun; Irak halkı bizim ilmimizi beğenmiyor ve bu konuda bizi dikkate almıyor." Mensur da kibirlenerek şöyle cevap vermişti: "Biz onları bu konuda mecbur edeceğiz. Kılıçla kafalarını vuracak, kırbaçlarımızla bellerini bükeceğiz!"
İşte bu sözlerle hükümetlerin oluşturduğu mezheplerin nasıl hızlı bir şekilde yayıldığı daha iyi anlaşılmış oluyor. Bunların hangi mezhepler olduğunu sormak bile yanlış!
Daha da ilginç olanı ise şudur: Ebu Hanife Malik ile, Malik de Ebu Hanife ile muhaliftir. Aynı zamanda Ebu Hanife ve Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel ile; Şafiî ve Ahmed de Ebu Hanife ve Malik ile muhaliftirler. Çok az mesele dışında hiçbir konuda dört mezhep imamlarının ortak görüşü yoktur. Yine de kendilerine Ehlisünnet ve'l-Cemaat diyorlar. Böyle cemaat mi olur? Bu, ne cemaatidir? Maliki mi, Hanefî mi, Şafiî mi, yoksa Hanbelî mi? Ne bu, ne de şu! Bu, ancak ve ancak Ebusüfyan oğlu Muaviye'nin, Hz. Ali'ye lanet okuma temelleri üzerine kurduğu ve onların da kabul ettiği bir cemaattir.
Neden dört mezhep etrafında toplanan âlimler bir konu hakkında birkaç farklı fetva verilmesini kabul ediyorlar da bu dört mezhebin dışında olan başka bir müçtehit fetva verdiğinde onu tekfir ediyor ve İslam'dan dışlıyorlar? Eğer akıl ehli iseler, neden Şia ile aralarında olan ihtilaflarını kendi içlerinde var olan bir ihtilaf gibi görmüyorlar? Bu, insafa sığar mı?
Tabii ya… Şia'nın suçu bağışlanacak gibi değil! Çünkü Şiîler Peygamber (s.a.a) ümmeti arasında müminlerin emiri Hz. Ali'den daha üstün birini tanımıyorlar. Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in tahammül edemediği ve bütün ihtilafların kaynağı işte, bu meseledir. Çünkü Ehlisünnet ve'l-Cemaat sadece bir konuda ortaktır. O da Ali'yi (a.s) hilafetten men etmek ve faziletlerini örtbas etmek.

8-Görüyoruz ki halifeler zorbalıkla Müslümanların mal varlıklarına el koymuş ve bunları, vicdanlarını satın aldıkları sözde âlimlere ve yakınlarına cömertçe dağıtmıştır. Nitekim Malik de bunu itiraf etmiştir. Çünkü Malik, halkın bir şey anlamaması için alenî bağışlardan hoşlanmadığını belirtmiştir. Bunu şu sözünden anlıyoruz: "Köle, elbiseyi üzerime attığında adeta omzum çöktü. Onunla halkın arasına girmek istemiyordum."
Mensur da bunu fark ettiği için kölesine seslenerek "O elbiseyi Ebu Abdullah'ın çadırına kadar sen götür!" demiş, insanların bu olaydan kuşkulanmamasını istemiştir.
Bunlar, Malik'in itiraf ettiği konulardır. İtiraf etmediklerini de Allah bilir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder