24.04.2009

-ŞİİLİK NEDİR

"Kim zamanının imamına biat etmeden ölürse cahiliyye ölümüyle ölür."Hadis-i Şerif, Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed

"Ancak ve ancak Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek diler."Azhab,33

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.Nîsa Suresi Ayet 59

“ALLAH ve Resulünü incitenlere ALLAH, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.”Ahzap suresi 57.

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra çekişmeye girip fırkalar (mezhepler) halinde parçalananlar gibi olmayın. Ali İmran Suresi 105


Dinlerini parça parça edip hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini haber verecektir.Enam Suresi 159

Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, fırkalara bölünüp ayrılmayın.Ali İmran Suresi 103

"O gün her topluluğu kendi önderi (imamı) ile çağıracağız." İsrâ ,71

"İçlerinden de sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola götürecek imamlar tayin ettik." Secde,24

"Andolsun ki biz, cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır; düşünmezler onunla; gözleri vardır, görmezler o gözlerle; kulakları vardır, duymazlar o kulaklarla. Onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler, hattâ daha da sapıktır onlar. Onlardır gaflette kalanların ta kendileri."A´raf,179

"Bilmediğin şeyin üstünde durup ısrâr etme; çünkü kulak da, göz de, gönül de, hepsi de sorumludur bundan."İsra,36

"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırır; çünkü onlar, ancak zanna kapılırlar ve onlar, ancak yalan söylerler."En'am,116

Hz.Peygamberimiz (S.A.A) buyuruyor "Benden sonra 12 imam gelecektir."
- Sahih-i Buhari, c.8, s.127 - Sahih-i Müslim, c.6,s.3.


"Her kim benim gibi yaşamak, benim gibi ölmek ve Allah'ın bana vaad ettiği Adn cennetine girmek istiyorsa, benden sonra Ali İbn-i Ebi Talib'e (a.s) ve onun soyundan olan vasilere uysun, onları kendine imam ve veli edinsin. Onlar benim toprağımdan (ve nurumdan) yaratılmış benim hanedanımdırlar.

Ümmetimden onlara düşman olanları, fazilet ve üstünlüklerini inkâr edenleri, akrabalık bağımı onlar hakkında gözetmeyip, onların ziyaretinden yüz çevirenleri, Allah'a şikayet ederim. Andolsun Allah'a ki oğlum Hüseyin, benden sonra öldürülecektir; Allah benim şefaatimi onun katillerine nasib etmesin."

Ümmetimden benim dinime mensup olduklarını sananlar olacak ki, benim evladımın faziletlilerini, soyumun temiz ve iyilerini öldürecek, dinimi ve sünnetimi değiştirecek, geçmişteki Yahudilerin Yahya ve Zekeriyya'yı öldürdüğü gibi, onlar da yavrularım olan Hasan ve Hüseyin'i öldüreceklerdir. Bilin ki Allah, Yahudileri lanetlediği gibi, onlara da lanetini yağdıracaktır. Kıyamet gününden önce onların (yolunu takip eden) nesillerine ise, Mazlum Hüseyin'in soyundan, hidayet üzere olan Mehdi'yi musallat kılarak dostlarının kılıcıyla onları cehennem ateşine atıp yakacaktır.

Allah'ın laneti, Hüseyin'in katillerine, katillerini sevenlere, onlara yardımda bulunanlara ve takiyye olmaksızın onlara lanet okumaktan çekinenlere olsun. Allah'ın salat ve rahmeti ise, şefkat ve merhametle Hüseyin'e ağlayanlara, düşmanlarına lanet okuyan, kin besleyen, kalbini onlara karşı gazap ve öfkeyle dolduranlara olsun. Bilin ki, Hüseyin'in katline razı olanlar, katillerinin (Hüseyin'i öldürdükleri suçta) ortağıdırlar. Hüseyin'in katilleri, yardımcıları, dostları, onların yoluna uyan takipçileri Allah'ın dininden uzaktırlar..."Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)
_____________________________________

1- PEYGAMBERİ EKREMİN (S.A.A) ZAMANINDA ALİ (A.S) ŞİA'SININ DOĞUŞU

Şia'nın başlangıç noktasını Peygamber (s.a.a) efendimizin hayatta bulunduğu dönem olarak bilmek gerekir. Şia, ilk olarak Ehl-i Beyt İmamlarının birincisi olan "Hz. Ali Şia'sı" adıyla tanındı. Yirmi üç yıl süren davetin zahir olup, ilerleme döneminde Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) dostları içinden böyle bir topluluğun kendiliğinden oluşmasını gerektiren bir çok olaylar olmuştur.[1] Örneğin:

1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bi'setin ilk günlerinde, Kur'an-ı Kerim'in kesin hükmüne göre[2] akrabalarını kendi dinine davette bulunmaya memur kılındığı zaman, onlara apaçık bir şekilde. "Sizlerden hanginiz davetimi ilk olarak kabul ederse, benim vasim ve vezirimdir." buyurdular. Ali (a.s), herkesten önce ayağa kalkıp İslam'ı kabul etti. Peygamber (s.a.a) Efendimiz de, imanını ve verdikleri vadeleri kabul ettiğini açıkladılar.[3]
Bir rehberin kıyam ettiği ve mücadele verdiği ilk günlerde dostlarının içerisinden birini kendi vasilik makamıyla, başkalarına tanıtması ama vücutları baştan ayağa fedakarlıkla dolup taşan kendi dostlarına tanıtmaması, yahut tanıtıp da yaşantı ve davetinin bütün aşamalarında, onu vezirlik görevlerinden alıkoyması ve bu makamın ihtiramını gözetmeyip onunla diğerleri arasında hiç fark gözetmemesi mümkün değildir.

2- Şia ve Ehli-Sünnetin Mütevatir ve Mustafiz olarak rivayet ettikleri hadislere göre Resulullah (s.a.a) apaçık bir şekilde özetle şöyle buyurmuştur:[4] "Ali (a.s), işlerinde ve sözlerinde her türlü hata ve günahtan masumdur. Söylediği sözlerin ve yaptığı işlerin hepsini İslam dinine uygun olarak yerine getirir. İslam maarifi (öğretileri) ve şeriat hakkında halkın en bilginidir." [5]

3- Hz. Ali (a.s), Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Mekke'den Medine'ye hicret edecekleri gece,[6] O'nun yatağında uyuması gibi değerli hizmetler ve şaşırtıcı fedakârlıklar yapmıştır. Bedir, Uhud, Handek ve Hayber savaşlarındaki fetihlere O'nun vasıtasıyla erişilmiştir. Eğer bu olaylardan herhangi birinde onun yardımı olmasaydı, İslam dini ve Müslümanlar düşmanların eliyle kökleri kazılıp yok olurlardı.[7]

4- Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin onuncu yılında son hac ziyaretinden dönerken -Cuhfe vadisinde- Gadir-i Hum olarak bilinen yerde Hz. Ali'yi (a.s) bütün halkın velisi, kendisi gibi müminlerin emiri ve mütevellisi (idare edeni) olduğunu açıklayıp halka tanıtmışlardı.[8]
Herkesin kabul ettiği[9] bu imtiyaz ve özel faziletler ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) olan sonsuz derecede muhabbet ve sevgisi[10] -ister istemez- fazilet ve hakikat aşıklarından bir grubu Hz. Ali'yi sevmeye ve ona itaat etmeye sevk etmiştir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'ye göstermiş olduğu bu sevgi ve muhabbet, diğer bu grubu da ona karşı haset beslemeğe ve kin gütmeye itmiştir.
Buraya kadar zikredilen bütün delillerin yanı sıra, "Ali Şia'sı" ve "Ehl-i Beyt Şia'sı" isimlerine, Peygamber'in (s.a.a) birçok buyruklarında[11] rastlamak mümkündür.

2- HİLAFETİN ZORLA ALINIŞI VE İHTİLAFIN ÇIKIŞI

Hz. Ali'nin (a.s) taraftarları ve izleyicileri, onun Hz. Peygamber (s.a.a), sahabe ve Müslümanlar yanında olan makam ve mevkisine istinaden, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından sonra, hilafet ve mercilik makamlarının onun uhdesine olacağına kesin gözüyle bakıyorlardı.
Zaten, Peygamber Efendimizin (s.a.a) rahatsız olduğu günlerde vuku bulan birkaç hadise[12] dışında, bütün durumlar ve vaziyetler, onların görüşünü doğruluyor ve pekiştiriyordu. Ama beklediklerinin tam aksine, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatlarından sonra, henüz mutahhar cesetleri defin edilmemişken, Ehl-i Beyt ve sahabelerden bir kısmının defin, teçhiz ve yas hazırlığı içerisindeyken, daha sonraları çoğunluğu elde eden bir grubun çok erken davranıp Resulullah'ın Ehl-i Beyt ve yakınlarıyla istişare etmeden hatta en azından haber bile vermeksizin, Müslümanların hayrını gözetme bahanesiyle kendi başlarına halife tayin ettiklerini duydular. Böylece Ali (a.s) ve dostlarını olmuş, bitmiş bir hadiseyle karşı karşıya bıraktılar.[13] Hz. Ali (a.s) ve Abbas, Zübeyr, Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar gibi taraftarları, Peygamberimizin defin merasimini bitirdikten ve bu olayla ilgili bilgi edindikten sonra seçimle olan bu hilafete ve elemanlarına tenkit makamında itirazda bulundular. Bazı toplantılar düzenlediler. Ama cevap olarak: "Müslümanların hayrı bundadır." sözünü işittiler.[14]
Evet, azınlığı çoğunluktan ayırıp koparan ve onları "Ali Şia'sı" diye topluma tanıtan neden, azınlığın bu tenkit ve eleştirileri ve karşı grubun da itiraflarıydı. Bu olayın ardından hilafet makamı, zamanın siyaseti gerekçesiyle adı geçen azınlığın bu adla tanınıp, neticede toplumun azınlık ve çoğunluk diye ikiye bölünmemesi yolunda çaba harcıyor ve bu meseleyi yakından takip ediyordu. Bunun için hilafetin ittifakla gerçekleştiği yolunda iddiada bulunuyorlar ve itiraz edenlere "Müslüman cemaatından ve biatten kaçanlar" adını takıyorlardı. Hatta bazen bunlar hakkında kötü tabirler kullanıyorlardı.[15]
Elbette Şiiler ilk günlerden beri çağın siyasetine mahkum kaldılar ve itirazda bulunmakla da hiç bir yere ulaşamadılar. Hz. Ali de İslam ve Müslümanların maslahatını gözetmesi ve yeteri kadar gücü olmadığından, kanlı kıyamlara elini uzatmadı. Ama itirazda bulunan azınlık, görüş ve inancında çoğunluğa teslim olmayıp, ilmi mercilik ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) halifeliğini Ali'nin (a.s) özel ve mutlak (kayıtsız, şartsız) hakkı bildiler.[16] Bu yüzden ilmi ve manevi müracaatları ancak o Hazrete yakışır biliyorlar, ona davette bulunuyorlardı.[17]

3- İLMİ MERCİLİK VE HİLAFET MESELESİ

Şia, İslami öğretilerden çıkardığı sonuca göre, İslam talimatı ve dini eğitimin açıklanması,[18] daha sonra toplum içerisinde tamamen uygulanmasının, toplum için birinci derecede önem taşıdığına inanır.
Başka bir deyişle; toplumun fertleri ilk önce dünya ve insana gerçek gözle bakmalıdırlar, insani vazifelerini tanıyıp istekleriyle zıt olsa dahi yerine getirmelidirler. İkinci derecede, din üzerine kurulu bir hükümet, toplumda gerçek İslami düzeni, halkın Allah'tan başkasına kul olmamasını, gerçek anlamıyla özgürlüğü, ferdi ve toplumsal adaletten yararlanmalarını sağlayacak bir biçimde uygulamalı ve onu korumalıdır.
Bu iki amaca ancak ismet ve ilahi masumiyete sahip kimselerin vasıtasıyla ulaşılabilir. Aksi takdirde kendilerine bırakılan görevlerde fikir sapıklığı olan ve ihanetten geri kalmayan şahıslar, fetva kaynağı yahut ilmi mercilik makamını ele geçirebilirler. Böylece tedricen İslam'ın adalet üzerine kurulu özgürlük kaynağı olan İlahi velayet, Kayser (Bizans hükümdarlarının unvanı) ve Kisra (Sasani padişahlarına verilen unvan) saltanatına dönüşür. İslam'ın yüce öğretisi diğer dinlerde olduğu gibi, egoist ve heveslerine kapılan aydınların eliyle tahrif edilebilir.
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) tasdik ettiğine göre, yaptığı işlerin ve konuştuğu sözlerin ve izlediği yolun tamamı Kur'an-ı Kerim ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine uygun olan bir kimse varsa o da ancak Hz. Ali'dir.[19]
Kureyş kabilesinin Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine karşı olduklarını söyleyen çoğunluk, nasıl ki zekat vermekten kaçınan cemaatle savaştılar ve onlardan zekat almaktan vazgeçmedilerse, Kureyş kabilesinin muhalefetinden korkup hakkı ezmeleri yerine, hak hilafete karşı çıkanları da hakka yönlendirmeleri, baş kaldıranları kendi yerlerine oturtmaları gerekirdi.
Evet, Şia'yı seçimle hilafeti kabul etmekten alıkoyan, daha sonra meydana gelebilecek acı olaylar; yani İslami hükümetin izleyeceği yolun fesat oluşu ve yüce dini eğitimlerin temelinin yok olma endişesiydi. Nitekim; sonra gerçekleşen olaylar da bu inancın (veya tahminin) doğru olduğunu gün geçtikçe aydınlatmaktaydı. Böylece Şiilerin akidelerine olan inançları daha fazla artıyordu. Şiiler zahirde çoğunluk içerisinde eritilmesine, parmakla sayılacak kadar azınlık olmalarına, İslam öğretisini gizlice Ehl-i Beyt'ten öğrenmeye ve kendi yollarına davet etmeye ısrarlı olmalarına rağmen İslam gücünün korunması ve ilerlemesi için aleni muhalefetten kaçınıyorlar hatta onlarla omuz omuza cihada gidiyorlar, toplumsal işlerde onlara katılıyorlardı. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi de İslam'ın maslahatını göz önünde bulundurarak gereken yerlerde çoğunluğa yol gösteriyordu.[20]

4- İSLAM HÜKÜMLERİNİN ORTADAN KALDIRILIŞI VE ŞİA'NIN BUNA İTİRAZI

Şia, yasaları, Allah'ın kitabı ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde belirlenen semavi İslam şeriatının hiçbir zaman değişmeyeceğine ve kıyamete kadar kendi itibarını koruyacağına inanır.[21]
Şia'ya göre İslam hükümeti, hiç bir bahane ile, İslam dinini tamamen uygulamaktan kaçınamaz. İslam hükümetinin tek görevi, zamanın maslahatını göz önünde bulundurarak şeriat sınırı çerçevesinde şura ve meşveretle bazı kararlar almasıdır. Ama siyasi amaçlar üzere gerçekleşen biat olayı ve yine Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığının son günlerinde gerçekleşen kağıt ve mürekkep hadisesi, hilafetin seçimle olmasına taraftar olanların bu konuda farklı inançlar taşıdığını ortaya çıkardı. Onlara göre, Allah'ın Kitabı bir anayasa gibi korunmalı, Peygamber'in (s.a.a) açıklamaları ve sünnetleriyse değer ve itibarını kaybetmiştir, o halde İslam hükümeti siyaset icabı, onları uygulamayabilirdi. Onların bu görüşleri, sonraları sahabe hakkında naklolunan bir çok rivayetlerle de (örneğin; Sahabe müçtehittirler. Reylerinde isabet ederlerse sevap kazanırlar ve eğer hata yaparlarsa mazurdurlar) pekiştirildi.
Bunun apaçık örneği, Halifenin komutanlarından Halid b. Velid'in, Müslümanların sayılır şahıslarından olan Malik b. Nüveyre'nin evinde misafir olduğu gece gerçekleşti. Halid, Malik'i gafil avlayıp öldürdü, başını ocağa bırakıp ateşte yaktıktan sonra o geceyi Malik'in hanımıyla birlikte geçirdi. Halife ise bu utanç verici, yüz kızartıcı cinayetlerin ardından "Devletin böyle komutana ihtiyacı vardır." bahanesiyle onun hakkında şeriat hükümlerini uygulamadı.
[22] Humusun Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt ve yakınlarına verilmesinin önlenmesi de bunun diğer bir örneğidir.[23]
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.a)'in hadis-i şeriflerinin yazılması yasaklandı. Bir yerden yahut bir kimseden yazılı hadisler ele geçirilseydi onu zabtedip yakıyorlardı
[24] Hadis yazma yasağı Hülefai Raşid'in zamanından Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz'in (99-102) hilafet dönemine kadar sürdü.[25]
Bu siyaset (zamanın Halifesi, Peygamberin sünnetini uygulamayabilir olması) ikinci Halifenin hilafet döneminde (13-25 h.k.) daha fazla netlik kazandı. Hilafet makamı, temettü haccı, mut'a nikahı ve ezanda "Hayye ala Hayr'il-Amel" denilmesi gibi bir takım şeriat kurallarını yasakladı.
[26] Üç talakın (boşamanın) bir oturumda geçerli olması gibi, şeriatta olmayan bir takım şeyleri de yasalaştırdı.[27] Beyt'ül malın halkın arasında farklılık gözetilerek taksim edilmesi[28] ikinci halife döneminde başladı. Bu tavır sonraları Müslümanların arasında büyük ihtilafların oluşmasına ve korkunç kanlı sahnelere neden oldu. O'nun hilafeti döneminde, Muaviye Şam ilinde, Kayser ve Kisra sultanlarına uygun geleneklerle hükümet ediyordu. Halife, ona "Arab'ın Kisrası" unvanını verdiği halde, ona dokunmuyordu.
İkinci Halife yirmi üç h.k. yılında İranlı bir köle tarafından öldürüldü. Halifenin emriyle kurulan altı kişilik şuranın ekseriyet oyuyla üçüncü Halife işlerin idaresini eline aldı. O, hilafeti döneminde kendi Emevi akrabalarını halka musallat etmiş, Hicaz, Irak, Mısır ve diğer İslam ülkelerinde işleri bunlara
[29] devretmişti, oysa onlar kayıtsızlık ve sorumsuzlukta kararlı oldukları için alenen zulüm etmeye, günah işlemeye ve şimdiye dek uygulanan İslam kanunlarının aksine hareket etmeye başladılar. İslam ülkelerinin dört bir yanından şikayetler sel gibi dar'ul hilafeye akmaya başladı. Halife ise, Emevi yakınlarının bilhassa Mervan b. Hakem'in etkisi altında kaldığından[30] gelen şikayetleri önemsemiyordu. Hatta bazen şikayet edenlerin takip edilmesini ve onlara sert davranılmasını emir veriyordu.[31] Kısaca, hicretin 35. yılında halk tarafından aleyhinde ayaklanmalar başladı ve bir kaç günlük süren çatışma ve musahara sonucu halife öldürüldü.
Üçüncü Halife kendi hilafeti döneminde, Emevi akrabalarından Muaviye'nin yönetiminde olan Şam hükümetini daha fazla güçlendiriyordu. Öyle ki hilafetin ağırlığı Şam'da toplanmış, Medine'de bulunan dar-ül hilafe teşkilatının dış görünümden başka bir şeyi kalmamışt.
[32]
Birinci Halife, sahabelerin çoğunluğunun seçimiyle, İkinci Halife birinci Halifenin vasiyeti üzerine, Üçüncü Halife ise, fertleri ve tüzüğü İkinci Halife tarafından belirlenen altı kişilik şuranın tayini üzerine hilafeti ele aldılar. İlk üç Halifenin yirmi beş yıl süren hilafetlerinde, işleri idare etmede izledikleri siyasetleri şuydu: İslam kanunları içtihat üzerine ve hilafet makamı tarafından teşhis edilen maslahatlara göre uygulanır. İslam öğretilerinde ise izledikleri yol, Kur'an'ın tefsir edilmeden ve araştırılmadan okunması ve Peygamber'in (s.a.a) hadisleri yazılmadan rivayet edilmesi, kulak ve ağız haddini aşmamasıydı. Yazmak, Kur'an-ı Kerim'le sınırlanmış, hadisleri yazmak yasaklanmıştı.
[33]
On iki Hicri Kameri yılında sona eren "Yemame" savaşında, sahabelerden Kur'an karisi olan bir grup hafızın ölmesi üzerine, Ömer b. Hattab birinci Halifeye Kur'an'ın bir mushafa yazılması ve toplanmasını önerdi. O, kendi önerisinde şöyle diyordu: Eğer yeniden bir savaş çıkar ve geriye kalan Kur'an hamilleri ölürlerse Kur'an aramızdan kalkacaktır. Buna göre, Kur'an ayetlerini bir mushafa toplayıp yazmamız gerekir.
[34] Kur'an hakkında bu kararı alırken Kur'an'ın peşi sıra gelen Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri aynı tehlike ile karşı karşıya olduğu halde onları muhafaza etmeye önem vermediler. Unutulma, uydurulma, eksik ve fazla nakledilme, lafzının değil de algılanan anlamın nakledilmesi gibi tehlikelere rağmen hadisleri koruma önemsenmemekle birlikte yazılması bile yasaklanıyor ve ele geçirilen bütün hadisler yakılıyordu.
Kısa bir süre içerisinde öyle bir durum meydana geldi ki İslam'ın namaz gibi tartışılmaz apaçık meselelerinde dahi birbiriyle zıt hadisler ortaya çıktı. Bu zaman içerisinde diğer ilim dallarında da bir ilerleme olmadı. Böylece Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin açıklamalarında ilimle ilgili methetmeler ve ilimleri ilerletip yaymaya olan teşvik ve tekidler, sonuç vermeyip etkisiz kaldı. Halkın çoğunluğu, İslam'a birbirinin ardından nasip olan zaferlere ve Arap yarımadasına dört bir yandan akan hadsiz hesapsız ganimetlerin verdiği sevinç ve neşeyi yaşamaya meşgul idiler. Risalet hanedanının ve bunların en ileri geleni ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) buyurduğuna göre İslam öğretileri ve Kur'an'ın anlamları konusunda halkın en bilgini olan Hz. Ali'nin (a.s) ilimleri dikkate alınmadı. Hatta Kur'an-ı Kerim'in bir araya toplanılmasında (Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali'nin, evine kapanıp Mushafı bir araya topladığını bildikleri halde) ondan yararlanmadıkları gibi adını bile söz konusu etmediler.
[35] Bu ve benzeri bir takım işler, Hz. Ali'nin (a.s) izleyicilerinin kendi inançlarına daha fazla sarılmalarına, olayların gidişatını daha uyanık izlemelerine ve günden güne çalışmalarını artırmalarına neden oldu. Hz. Ali (a.s) ise halkın umumi terbiye edilmesinden mahrum edildiği için fertleri özel olarak terbiye etmeye başlamıştı.
Bu yirmi beş yıl zarfında, bütün durumlarda ona tabi olan dört dostundan üçü (Selman-ı Farisi, Ebuzer Gaffari ve Mikdad) vefat ettiler. Ama sahabelerden bir grubu ve Hicaz, Yemen, Irak ve diğer yerlerde bulunan tabiinden kalabalık bir grup Hz. Ali'nin (a.s) destekçileri arasında yer aldılar. Üçüncü Halifenin ölümünden sonra, her bir taraftan ona yöneldiler. O'na biat edip halife olarak seçtiler.

5- HİLAFETİN HZ. ALİ'YE (A.S) GEÇMESİ VE O HAZRETİN TAVRI

Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti otuz beş h.k. senesinin sonlarına doğru başladı ve dört yıl dokuz ay kadar devam etti. Ali (a.s), hilafeti döneminde Peygamberimizin[36] olaylara bakış açısını, tavrını ve meseleleri çözmedeki metodunu örnek alarak önceki halifeler zamanında meydana gelen birçok değişmeleri eski durumuna getirdi. Liyakatsiz hükümdarları, makamlarından aldı.[37] Kısacası şöyle söyleyebiliriz: Ali'nin (a.s) gerçekleştirdiği, birçok zorlukları içeren, bir kıyam ve inkılap idi. Ali (a.s), hilafetinin ilk gününde halka yaptığı konuşmasında şöyle buyurdu:
"Haberiniz olsun, belanız döndü-dolaştı gene gelip çattı, tıpkı Allah'ın Peygamberini gönderdiği gün gibi. İyice alt ve üst olmalısınız. Arkada kalan fazilet sahipleri öne düşmelidirler. Zorla öne düşenler geri kalmalıdırlar. (Hak ve batıl vardır ve her birinin de ehli vardır, insan hakka itaat etmelidir) Batılın çoğunluğu oluşturması yeni bir şey değildir. Hak az olmasıyla beraber bazen öne geçer, ilerler ama insana sırt çeviren şeylerin bir daha ona yönelmesi pek nadir olur." [38]
Ali (a.s), inkılap ve kıyam hüviyetini taşıyan hareketini sürdürüyordu. Bu kıyamda da bütün inkılap nitelikli hareketlerde olduğu gibi, menfaatleri tehlikeye düşen muhalif unsurlar, her köşe ve bucaktan muhalefet ederek, Üçüncü Halifenin kanını gütme bahanesiyle, Ali'nin (a.s) hilafet dönemini kapsayan kanlı iç savaşlar meydana getirdiler. Şia'nın görüşüne göre bu iç savaşlara neden olanların şahsi menfaatlerinden başka bir maksatları yoktu. Üçüncü Halifenin kanını gütme davası, avam halkı aldatma aracından başka bir şey değildi. Bu olayların vuku bulmasında hatta yanlış anlaşılma bile söz konusu değildi.
[39]
Cemel savaşı olarak adlandırılan ilk savaşın nedeni, İkinci Halife döneminde beytülmalın farklı bölünmesi sonucu ortaya çıkan ihtilaf ve fesattır. Ali (a.s) resmen halife olarak tanındıktan sonra, Peygamberimizin siresi gibi, beytülmalı halk arasında fark gözetmeden ve eşit olarak dağıtımını yaptılar.
[40] Bu tutum, Zübeyr ve Talha'yı sert şekilde öfkelendirdi. Böylece onlar itaatsizliğe ve başkaldırıya karar verdiler ve Kabe'yi ziyaret etme bahanesiyle Medine'den Mekke'ye gittiler. Mekke'de bulunan ve Hz. Ali (a.s) ile arası iyi olmayan Ümmü-l Müminin Aişe'yi de kendilerine uydurup, Üçüncü Halifenin kan davası adına, kanlı Cemel savaşını meydana getirdiler.[41]
Halbuki Talha ve Zübeyr Üçüncü Halifenin evi sarıldığı ve öldürüldüğü an Medine'de idiler. Halife'yi savunmadılar
[42] ve Halife öldürüldükten sonra, Muhacirler ve kendileri namına Ali'ye (a.s) ilk biat edenlerden idiler.[43] Ayşe de halkı üçüncü Halifenin katline teşvik edenlerdendi.[44] Üçüncü Halifenin katlini ilk kez duyduğunda ona küfürde bulunup sevinç duyduğunu belirtmişti. Aslında, Üçüncü Halifenin katline sebep olanlar, Medine'den diğer taraflara mektuplar yazarak halkı Halifeye karşı ayaklandıran sahabelerdi.
Sıffin savaşı adıyla bilinen ve bir yıl altı ay süren ikinci savaşın sebebiyse Muaviye'nin hilafete göz dikmesi ve ona olan hırsı idi. Muaviye yüz bini aşkın kişinin kanını döktüğü bu savaşı, Üçüncü Halifenin kan davası adına başlattı. Bilindiği gibi kanın bedelini alma hiç bir zaman savunma yöntemiyle gerçekleşemediğinden dolayı, Muaviye bu savaşta savunma değil de taarruzda bulunuyordu.
Yukarıda açıklandığı gibi bu savaşın unvanı, Üçüncü Halifenin kan davasıydı. Halbuki Üçüncü Halife, hayatının son günlerinde çıkan karışıklığa son vermek amacıyla Muaviye'den yardım dileğinde bulunmuştu. Muaviye de bir orduyla Şam'dan Medine'ye doğru hareket etti. Yolda kasıtlı olarak o kadar gecikti ki Halife öldürüldü. O zaman Şam'a dönüp Halifenin kan davası adına kıyam etti.
[45]
Ve hakeza Hz. Ali (a.s) şehit olup Muaviye hilafeti ele geçirdikten sonra, Halifenin kanını ve onu öldürenleri takip etmeyi unuttu. Sıffin savaşından sonra Nehrevan savaşı başladı. Bu savaş, içlerinde sahabelerin de bulunduğu bir kısım halkın, Muaviye'nin Sıffin savaşındaki kışkırtmaları sonucu oluşan ayaklanmalardı. Bunlar, İslam beldelerinde karışıklık çıkarmaya ve emniyetsizlik yaratmaya başladılar. Nerede Ali'nin (a.s) taraftarlarını bulurlarsa öldürüyorlar, hatta hamile kadınların rahimlerini parçalayarak ceninleri çıkarıp başlarını kesiyorlardı.
[46]
Ali (a.s) bu kargaşalığa da son verdi. Ama kısa bir müddet sonra Kufe camiinde namaz halindeyken haricilerden birisinin eliyle şehit edildi.

6- ŞİA'NIN HZ. ALİ'NİN BEŞ YILLIK HİLAFETİNDEN YARARLANMASI

Ali (a.s) dört yıl ve dokuz aylık hilafeti süresinde İslam ülkesinin karışık durumunu tamamen ilk önceki durumuna getiremedi. Ama üç temel açıdan muvaffak olmayı başardı.

1- Kendi adaletli davranış ve hareketleriyle Resul-i Ekrem'in (s.a.a) çekici ahlaki çehresini, halka özellikle yeni yetişen nesile sergiledi. O, Muaviye'nin Kayseri ve Kisrai ihtişamına karşılık halkın en fakiri gibi yaşıyordu. Kendi aile, yakınları ve arkadaşlarını diğerlerine nazaran üstün tutmadı ve zengini fakire, güçlüğü zayıfa tercih etmedi.

2- O kadar yıpratıcı işler ve meşguliyetlerle birlikte halkın içerisinde kendisinden hak İslami ilimler ve İlahi öğretilerle ilgili değerli birikimler hatıra bıraktı.
Ali'nin (a.s) muhalifleri şöyle diyorlar: "O, cesaretli birisiydi siyaset adamı değil. Çünkü hilafetinin ilk döneminde muhalif unsurlarla barış yaparak, dalkavuklukla onları razı edebilirdi. Böylelikle kendi hilafetini güçlendirdikten sonra onların köklerini yok edebilirdi."
Ama bu sözü söyleyenler şu noktayı unutmuş ve görmezlikten gelmişlerdir ki Ali'nin (a.s) hilafeti, inkılap nitelikli bir hareketti ve inkılabı hareketlerin dalkavukluktan ve uyutucu görünümlere girmekten uzak kalmaları gerekir. Bu hadisenin benzeri, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bi'seti döneminde de gerçekleşmişti. Kafirler ve müşrikler defalarca Peygambere anlaşma teklifinde bulunmuşlar. O Hazretin, onların putlarına saldırmadığı ve hakarette bulunmadığı takdirde, onların da Peygamberin davetine karışmayacakları önerisinde bulunmuşlardı. Peygamber ise, o zor günlerde düşmanlarla uzlaşarak kendi mevkisini güçlendirip daha sonra onlara muhalefet etme olasılığı varken bunu yapmadı. Esasen İslami davet, bir hakkı diriltmek uğruna ayrı bir hakkın ayaklanmasına yahut bir batılın başka bir batılla ortadan kaldırılmasına asla izin vermez. Bu hususla ilgili Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet vardır.
[47]
Ayrıca Ali'nin (a.s) muhalifleri zafere ulaşmak ve hedeflerine varmak uğruna hiçbir cinayeti işlemekten, İslam'ın istisnasız bütün kanunlarını apaçık çiğnemekten çekinmiyorlardı. Üstelik işledikleri günah ve lekeleri, sahabi ve müçtehittirler adıyla örtbas ediyor, kendilerini temize çıkarıyorlardı. Ama Ali (a.s) her zaman için İslam kanunlarına bağlıydı.
Hz. Ali'den (a.s) akli, dini ve toplumsal ilim dallarında on bir bine yaklaşık kısa sözler kaydedilmiştir.
[48] İslam öğretilerini[49] konuşmalarında çok sade ifadeyle ve en edebi üslupla açıklamıştır.[50] O, Arap diline düstur çıkaran ve Arap edebiyatının temelini atan kimsedir. İslam'da İlahi felsefenin derinliklerine inen[51] serbest kanıtlama ve mantıki burhanla konuşan ve o güne kadar dünya filozofları arasında dikkate alınmayan meseleleri gündeme getiren ilk kimsedir. O bu hususu o kadar önemsiyordu ki hatta savaş esnasında dahi ilmi bahisler yapıyordu.[52]

3- İslam bilginlerinden ve dini kişilerden bir çoğunu eğitti.[53] Onlar arasında ariflerce irfan kaynakları olarak tanınan, Üveys-i Kareni, Kumeyl b. Ziyad, Meysem-i Tammar ve Reşid Hicri gibi zahid ve marifet ehlinden bir kısmı bulunmaktadır. Ayrı bir grupsa, fıkıh, kelam, tefsir, kıraat vb. ilimlerin ilk kaynağı olanlardır.

7- HİLAFETİN MUAVİYE'YE İNTİKAL ETMESİ VE MİRASIN SALTANATA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

Hz. Ali (a.s) şehit edildikten sonra o hazretin vasiyeti ve halkın biat etmesi üzerine İmamiyye Şiası nezdinde ikinci imam olarak tanınan Hz. Hasan b. Ali (a.s) hilafet makamını üstlendi. Ancak Muaviye rahat oturmadı. Hilafet merkezi olan Irak'a doğru ordu çıkararak Hasan b. Ali (a.s) ile savaştı.
O, çeşitli entrikalar ve hadsiz hesapsız para yedirmelerle Hasan b. Ali'nin dostlarını ve komutanlarını tedricen kandırarak barış adına hilafeti kendisine devretmeye mecbur etti. Hasan b. Ali (a.s) de Muaviye'nin ölümünden sonra hilafetin kendisine bırakılması ve Ali Şia'sına dokunulmaması şartıyla hilafeti Muaviye'ye bıraktı.
[54]
Kırk Hicri senesinde, Muaviye İslam hilafetine istila etti ve hemen sonra Irak'ta yaptığı konuşmasında halka tehditte bulunarak:
"Ben sizinle namaz oruç için değil size hükmetmek için savaştım ve maksadıma da eriştim"
[55] demekten ve yine
"Hasan'la (a.s) olan ahdim geçersiz ve ayağımın altındadır." sözünü söylemekten çekinmedi.
[56]
Muaviye bu sözüyle siyaseti dinden ayıracağını, dini kurallarda meydana gelen zararların giderilmesi yerine bütün gücünü kendi hükümetini korumak için kullanacağını belirtiyordu. Elbette böyle bir hükümet, Peygamberin halifeliğinden ziyade saltanat ve padişahlıktır. Bu yüzden huzuruna varanların bazıları onu padişahlık unvanıyla selamladılar.
[57] O, halkın içerisinde kendisini halife olarak tanıtıyordu ama bazı özel toplantılarında hükümetini, sultanlık ve padişahlık olarak niteliyordu.[58] Elbette baskı üzerine kurulu saltanat verasetle sonuçlanır. Nitekim kendi maksadını gerçekleştirmiş, laubali ve az da olsa dini şahsiyeti olmayan genç oğlu Yezid'i vezir yaparak kendi yerine tayin etti[59] ve o kadar çirkin hadislere sebep oldu.
Muaviye yukarıda zikredilen açıklamasıyla kendisinden sonra Hasan'ın (a.s) hilafete ermesine izin vermeyeceğini ve bu hususta ayrı bir fikir tasarladığını belirtiyordu. Nitekim Hasan'ın (a.s) zehirle şehit ettirerek
[60] yolu oğlu için açmış oldu. Muaviye ahdi bozmakla, Ehl-i Beyt taraftarlarının rahat ve huzurlu bir ortamda yaşayamayacaklarını ve daha önce olduğu gibi dini çalışmalarının devam etmesine hiçbir zaman izin vermeyeceğini düşündürüyordu. Nitekim bu isteğini de gerçekleştirdi.[61]
Muaviye, Ehl-i Beyt'in faziletiyle ilgili hadisleri rivayet edenlerin namus, mal ve can güvenliği olmayacağını her tarafa bildirdi.
[62] Halifeler ve sahabelerle ilgili methedici hadis getirenlerin yeteri kadar mükafatlandırılmasına emir verdi. Sonuçta sahabelerin methinde bir çok uydurma hadisler çıkarıldı.[63] İslam ülkelerinde minberlerde Ali'ye (a.s) küfür edilmesine emir verdi. (Bu emir Emevi halifelerinden Ömer b. Abdulaziz'in (99-101) dönemine kadar icra edildi). Muaviye mümessillerinin ve içlerinde sahabelerin de bulunduğu idarecilerinin yardımıyla, has ve seçkin Ali Şialarını öldürdü ve bazılarının başını mızraklara takıp şehirlerde gezdirdi. Rastladıkları Şiilere, Ali'den (a.s) uzak olduklarını ve ona sebbetmelerini teklif ediyorlardı. Bu tekliften çekinenler derhal katlediliyordu.[64]

8- ŞİA TARİHİNDE EN ZOR GÜNLER

Şia tarihinde, Muaviye'nin yirmi yıllık saltanat ettiği dönem, Şia için en zor ve can güvenliğinden yoksun kaldığı günlerdir. Şiilerin çoğu tanınmış ve belirlenmiş şahıslardı. Muaviye'nin saltanatı döneminde yaşayan Şia rehberlerinden ikisi (İkinci ve Üçüncü İmam) bu acı ve dayanılmaz durumu gidermek için gerekli araçların hiç birisine sahip değillerdi. Hatta Şia İmamlarının üçüncüsü, Yezid'in ilk altı aylık saltanatı döneminde kıyam etti, ama bütün dostları ve evlatlarıyla birlikte şehit edildi. Muaviye'nin hilafeti döneminde on yıl yaşayan bu İmam, o dönemde herhangi bir kıyama teşebbüs etme imkanı bile bulamadı.
Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu, sahabe bilhassa Muaviye ve idarecilerinin eliyle gerçekleşen bu kadar haksız kan dökmeleri ve İslam kanunlarına gösterilen bunca sorumsuzlukları, "Onlar sahabedirler ve Peygamber'den (s.a.a) elimize ulaşan hadislere göre sahabeler müçtehittirler. Allah onlardan razıdır ve işledikleri bütün cinayetler ve haksızlıklar affedilmiştir" sözüyle tevil ve tefsir ediyorlar. Şia, bu özürü kabul etmiyor.
Çünkü evvela adaleti, hakkı ve hürriyeti ihya etmek amacıyla kıyam eden, bir grubu bu mukaddes hedefi gerçekleştirme yolunda bütün varlıklarından geçebilecek derecede kendi inancına bağlı kılan Peygamber gibi bir içtimai rehberin, hedefine ulaştıktan sonra kendi dostlarına, hak ve getirmiş olduğu mukaddes kanunlar hakkında mutlak serbestlik vermesi ve onların göstermiş oldukları her türlü sorumsuzlukları, işledikleri suçları ve hakkı ezmelerini affedilmiş bilmesi, diğer bir deyişle; kendi elleriyle yapmış olduğu bir binayı aynı araçlar ve kendi elleriyle yıkmaları, tasavvur olunamaz.
İkinci olarak şunu bilmeliyiz ki sahabeleri takdis eden, çirkin ve gayri meşru amellerini tasvip eden ve onların affedilmiş olduğunu ifade eden hadisler, sahabelerin kendileri vasıtasıyla bizlere ulaşmıştır. Bu hadislerin ravileri sahabelerin kendileridir. Sahabe de, kesin tarihin tanıklığına göre, birbirlerinin dokunulmaz ve yaptıkları hatalarda mazur olduklarını kabullenmiyordu. Birbirini öldürmeye, lanet etmeğe ve birbirinin eksikliğini açmaya teşebbüs eden ve bu hususta en küçük müsamaha bile göstermeyen, sahabenin bizzat kendisiydi.
Buna göre, sahabenin kendi amelleri bu hadislerin sahih ve doğru olmadığına tanıktır. Bu hadisler sahih olsalar bile, başka anlamları vardır.
Eğer Allah-u Teâla kelamında bir hadisede O'nun emirlerini uygulama yolunda çekmiş oldukları zahmetler karşısında sahabeden razı olduğunu belirtmişse,
[65] bu onların gelecekte istedikleri her türlü itaatsizliği yapabilmeleri manasını taşımaz, belki sadece geçmişte yaptıkları itaatleri takdir etmesi anlamınadır.

9- BENİ ÜMEYYE SALTANATININ İSLAMA VE MÜSLÜMANLARA SALDIRISI
H.K. 60 senesinde Muaviye öldü. Oğlu Yezid babasının halktan ona biat almış olması üzerine İslam hükümetini ele geçirdi. Tarihin tanıklığına göre, Yezid, dini şahsiyete sahip olmayan hatta babası hayattayken İslam kanunlarına saygı göstermeyen, sorumsuz, eğlence düşkünü ve şehvetten başka bir şey düşünmeyen bir genç idi. Yezid üç yıllık saltanatı döneminde o kadar facialar yarattı ki, İslam'ın zuhurundan o zamana dek vuku bulan fitneler arasında eşi görülmemişti.
İlk senesinde, Hz. Peygamber'in (s.a.a) torunu Hüseyin b. Ali'yi, dostları, akrabaları ve evlatlarıyla birlikte çok feci bir şekilde şehit edip; kadınları, çocukları ve Peygamber'in Ehl-i Beyti'ni şehitlerin kesik başlarıyla birlikte şehirlerde gezdirdi.
[66] Saltanatının ikinci yılında Medine halkını katliama uğrattı: askerlerine üç gün halkın malını, kanını ve ırzını mubah bildi.[67] Üçüncü yılda Allah'ın mukaddes evini (Kabe) tahrib edip yaktı.[68]
Yezid'ten sonra Ümeyye oğullarından olan Al-ı Mervan, tarih kitaplarında ayrıntılarıyla kaydolunduğu gibi İslam hükümetini ele geçirdi. Yetmiş yıl süren bu on bir kişilik grubun hükümeti, Müslümanlar ve İslam için siyah ve uğursuz günler meydana getirdi. Gerçekte İslami toplumda, İslami hilafet adını takınan zorbacı Arap imparatorluğundan başka bir şey hükmetmiyordu. Bunların hükümeti zamanla küstahlık haddini aşmış güya dinin koruyucusu unvanıyla Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yerinde oturan vaktin halifesi, hac mevsiminde Allah'ın evi Kabe üzerinde eğlenmek için bir hücre yapılmasına çekinmeden karar verdi.
[69]

Zamanın halifesi Kur'an'ı oklara hedef kılmış ve Kur'an'a hitaben yazdığı şiirde şöyle diyordu: "Kıyamet günü Allah'ının yanında hazır olduğun zaman Allah'ına de ki: Halife beni parça parça etti."[70]

Ehl-i Sünnet ile genellikle "İslami hilafet ve dini konularda mercilik" gibi iki mesele üzerinde görüş ayrılığına sahip olan Şia, bu karanlık dönemde çok zor ve acı günler geçirmesine rağmen, hükümetlerin sorumsuzluk ve zulümleri bir taraftan, Ehl-i Beyt'in yüce, takvalı rehberlerinin mazlum olmaları diğer bir taraftan onları günden güne kendi inançlarında sabitleştiriyordu.
Özellikle Şiilerin üçüncü önderi Hz. İmam Hüseyin'in yürekler yakıcı şahadetinin, Şiiliğin bilhassa hilafet merkezinden uzak olan Irak, Yemen ve İran gibi yerlerde yayılmasında büyük katkısı oldu.
Henüz Hicret'in bir asır ve üçüncü imamın şehit olmasından kırk yıl geçmemesine rağmen, Emevi hükümetinde meydana gelen zayıflık ve karışıklık sebebiyle İslam devletinin dört bir yanından Şii halkının hadis ve dini bilgileri öğrenmesi için beşinci imama doğru akın etmesi bu sözümüzün şahididir.
[71] Hicretin ilk yüz yılı tamamlanmadan, emirlerden bir kaçının vasıtasıyla İran'da Kum şehri kurulup Şiiler yerleştirildi[72] Ama bununla birlikte önderlerinin emirlerine göre mezheplerini tezahür etmeden takiyye halinde yaşıyorlardı. Elbette artık zulüm ve baskının haddi aşması nedeniyle, Alevi seyyidler hükümetin zulümlerine karşı kıyam ettiler ve canlarını bu yolda feda ettiler. Buna karşılık hiçbir şeyden çekinmeyen o dönemin hükümeti, bunları ezmekten çekinmedi. Zeydiyye Şiilerinin rehberi sayılan dördüncü imam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in cesedini mezarından çıkardılar, dar ağacına astılar; üç yıl asılı kaldı. Sonunda cesedi yakılıp külü savruldu.[73] Şiilerin ekseriyetinin itikadına göre, ikinci ve üçüncü imamlar, Ümeyye oğullarının eliyle şehit edildiği gibi, dördüncü ve beşinci imamlar da onların eliyle zehirletilerek şehit edilmişlerdir.[74]
Emevilerin yaptıkları kötü amellerin apaçık ve perdesiz oluşu, Ehl-i Sünnet çoğunluğunu, hülefayı tamamıyla itaati vacip olarak bilmelerine rağmen, halifeleri "Hülefa-i Raşidin" (Peygamberin vefatından sonra gelen ilk dört halife yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) ve "gayri raşidin" (Muaviye ve ondan sonraki halifeler) diye iki kısma ayırmaya mecbur kıldı.
Emeviler hükümet ettikleri sürede, yaptıkları zulümler ve İslam kanunlarına göstermiş oldukları kayıtsızlıklar eserinde halkın o kadar nefretini kazanmışlardı ki, yenilgi kesinleşip son Emevi halifesi öldürüldükten sonra halifenin iki oğlu hilafet ailesinden bir grupla dar-ül hilafeden kaçtılar. Nereye yönelip, sığındılarsa halk kabul etmedi. Sonunda "Becave, Habeşe ve Nevba" çöllerinde dolaşıp bir çoğunun açlık ve susuzluktan ölmesinden sonra, Yemen'in güneyine vardılar. Dilencilik yaparak yol masrafı topladılar ve hamal olarak Mekke'ye hareket ettiler ve orada halkın arasında kayboldular.[75]

[1]- Hz. Peygamber'in (s.a.a) döneminde ilk yaygın isim Şia kelimesi oldu. Salman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar bu adla meşhur oldular. (Hazır-ul Alem-il İslamî, c.1, s.188)

[2]- Şuara/215.

[3- Bu hadisle ilgili olarak Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: (Mecliste bulunan) herkesten küçük yaşta olduğum halde arz ettim: "Ben senin vezirin oluyorum." Peygamber (s.a.a) mübarek elini omuzuma koyarak buyurdu: "Bu şahıs, benim kardeşim, vasim ve halifemdir. Ona itaat etmeniz gerekir." (Bu arada) halk gülüyor ve Ebu Talib'e şöyle söylüyorlardı: O, sana oğluna itaat edip, onun sözünden dışarı çıkmamanı emretti.
(Taberi Tarihi, c.2, s.63. Ebul Fida Tarihi, c.1, s.116. El-Bidayet-u ven-Nihaye, c.3, s.39. Gayet-ul Meram, s.320)

[4]- Ümmü Seleme Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder: "Ali her zaman Hak ve Kur'an'la, Hak ve Kur'an da Ali ile beraber olup, kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."
Bu hadis, Ehl-i Sünnetten on beş ve Şiilerdense on bir kanalla naklolunmuştur. Ümmü Seleme, İbn-i Abbas, Ebu Bekir, Aişe, Ali (a.s), Ebu Said Hudri, Ebu Leyla ve Ebu Eyyüb-i Ensari bu hadisin ravilerindendirler. (Gayet-ül Meram-i Bahrani, s.539-540)
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah, Ali'ye rahmet etsin ki hak her zaman onunla birliktedir." (El-Bidayet-u ven-Nihaye, c.7, s.36)

[5- Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) buyurmuştur ki: "Hikmet on kısma ayrılmıştır; dokuz kısmı, Hz. Ali'nin hissesidir; öteki kısmı ise halk arasında dağıtılmıştır." (El-Bidayet-u ven-Nihaye, c.7, s.359)

[6]- Mekke kafirleri, Resul-i Ekrem'i öldürme kararını alıp evinin etrafını sardıkları zaman, Peygamber efendimiz (s.a.a) kesin olarak Medine'ye hicret kararını verdikleri için Hz. Ali'ye: "Benim yatağımda uyumaya hazır mısın ki gelenler benim olduğumu sansınlar; böylece beni, izlemelerinden kurtulmuş olayım." buyurduklarında, Hz. Ali (a.s) böyle tehlikeli bir durumda bu teklifi cânı gönülden kabul etti.

[7]- Hadis ve tarih kitaplarına müracaat edilsin.

[8]- Gadir-i Hum hadisi Sünni ve Şia arasında tartışma götürmeyen kesin hadislerdendir. Yüzü aşkın sahabe kanalıyla, çeşitli rivayetler ve senetlerle nakledilmiş, Ehl-i Sünnet ve Şia kitaplarında kaydedilmiştir. Tafsilat ve ayrıntıları hakkında bilgi edinmek isteyen "Gayet-ül Meram, s.79. Abakat-ul Envar kitabının Gadir'le ilgili cildine ve el-Gadir kitaplarına bakabilir.

[9]- Yakubi Tarihi, Necef baskısı, c.2, s.137 ve 140. Ebul Fida Tarihi, c.1, s.156. Sahih-i Buhari, c.4, s.107. Muruc-üz Zeheb, c.2, s.437. Şerh-i Nehc-ul Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.127 ve 161.

[10]- Sahih-i Müslim, c.15, s.176. Sahih-i Buhari, c.4, s.207. Muruc-üz Zeheb, c.2, s.23 ve 437. Ebul Fida Tarihi, c.1 s.127 ve 181.

[11]- Cabir diyor ki: Peygamber'in (s.a.a) yanındaydık, Ali (a.s) uzaktan göründü, Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu ki: "Canım elinde olan Allah'a andolsun ki bu ve Şiileri, kıyamet gününde kurtuluşa ereceklerdir."
İbn-i Abbas diyor ki: "İnananlar ve iyi işlerde bulunanlarsa; onlardır şüphe yok ki yaratılmışların en hayırlıları." ayeti indiğinde, Resul-i Ekrem (s.a.a), Ali'ye (a.s) hitaben: "Bu ayetin muhatabı sen ve Şia'larındır; kıyamet günü, Allah'tan razı ve Allah da sizden razı olacaktır." buyurdu. Bu iki hadis ve buna benzer birkaç hadis, Ed-Dürr-ül Mensur, c.1, s.379 ve Gayet-ül Meram s.326'da mevcuttur.

[12]- Hz. Muhammed (s.a.a) ölüm döşeğindeyken "Usame b. Zeyd" komutanlığında bir ordu hazırlayıp herkesin bu savaşa katılmalarını ve Medine'den dışarı çıkmalarını ısrarla buyurdular. Ama Ebu Bekir ve Ömer'in de dahil olduğu bir grup, bu emre muhalefet edip gitmekten kaçındılar. Bu olay, Hz. Peygamberi (s.a.a) çok rahatsız etti ve O'nu incitti. (Şerh-i Nehc-ul Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, Mısır baskısı, c.1, s.53.)
Resul-i Ekrem (s.a.a) vefatları sırasında buyurdular: "Kalem ve mürekkep hazırlayın, sizin hidayet bulmanız ve dalalete düşmemeniz için bir mektup yazayım." Ömer, bu işe mani olup "Peygamberin hastalığı artmış ve sayıklıyor." dedi. (Taberi Tarihi, c.2, s.436. Sahih-i Buhari, c.3. Sahih-i Müslim, c.5. El-Bidayet-uven Nihaye, c.5, s.227. Şerh-i Nehc-ul Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.133.)
Bu olay, aynen birinci Halifenin ölüm döşeğinde olduğu zaman da tekrarlandı. Halife, vasiyet esnasında sayıklamasına rağmen Ömer'in hilafetini hatırlayıp vasiyet etti. Hz. Peygamber (s.a.a) masum ve şuuru yerinde olmasıyla, ona "sayıklıyor" nisbeti veren Ömer, birinci halife sayıkladığı halde ağzını açıp, bir tek kelime bile söz söylemedi. (Ravzat-üs Safa, c.2, s.260.)

[13]- Şerh-i Nehc-ul Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.58 ve 123-135. Yakubi Tarihi, c.2, s.102. Taberi Tarihi, c.2, s.445-460.

[14]- Yakubi Tarihi, c.2, s.103-106. Ebul Fida Tarihi, c.1, s.156 ve 166. Muruc-uz Zeheb, c.2, s.307 ve 352. Şerh-i Nehc-ul Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.17 ve 134.

[15]- Amr İbn-i Haris, Said b. Zeyd'den, "Ebu Bekir'e biat etmeyen ve itirazda bulunan oldu mu acaba?" diye sorulduğunda "Mürted yahut mürted olmaya yakın kimseler dışında itiraz eden olmadı." cevabını verdi. (Taberi Tarihi, c.2, s.447.)

[16]- Resul-i Ekrem, herkesçe bilinen "Sakaleyn" hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: "Ben Sizin için iki değerli şeyi emanet bırakıyorum, bunlara sarılırsanız hiçbir zaman hak yoldan çıkmazsınız. (Biri) Kur'an (diğeri de) Ehl-i Beytimdir. Bunlar kıyamet gününe kadar birbirinden ayrılmazlar." Bu hadis, yüzden fazla kanalla sahabelerden otuz beşi vasıtasıyla naklolunmuştur. Abakat-ul Envar kitabının "Sakaleyn" hadisiyle ilgili bölümüne ve Gayet-ül Meram s.211'e bakılsın.
Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben, ilim şehriyim, Ali (a.s) ise onun kapısıdır. İlim peşinde olan (ilmi arayan) kapısından girsin." (El-Bidayet-u ven-Nihaye, c.7, s.359.)

[17]- Yakubi Tarihi, c.2, s.15-150'de bu olaya defalarca değinilmiştir.

[18]- Kur'an-ı Kerim'de, Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehli-Beyt İmamlarının hadislerinde ilim öğrenmeye çok teşvik edilmiştir. Hatta Peygamber efendimiz (s.a.a) buyurmuştur: "İlim tahsili her Müslüman'a farzdır." (Bihar-ul Envar, c.7, s.55.)

[19]- El-Bidayet-u ven-Nihaye, c.7, s.360.

[20]- Yakubi Tarihi, s.111, 126 ve 129.

[21]- Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:
"Gerçekten Kur'an aziz bir kitaptır. O'na ne önünden ne de ardından (hiçbir suretle) batıl yaklaşamaz." (Secde/ 42.)
"Hüküm ancak Allah'ındır." (Yusuf /67.) Ondan başkasının hüküm etmemesi lazımdır. Yani şeriat, fakat Allah'ın şeriatı ve kanunlarıdır ki nübüvvet vasıtasıyla halka duyurulmalıdır.
Yine buyuruyor: "O (Muhammed) Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab/40.)
Allah-u Teâla, bu ayetle nübüvvetin Hz. Peygamber (s.a.a) ile sona erdiğini ilan ediyor.
Diğer bir ayette şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'ın indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermezse, işte onlardır kafirlerin ta kendileri." (Maide/44.)

[22]- Yakubi Tarih-i, c.2 s.110, Ebul Fida Tarihi, c.1, s.158.

[23]- Ed-Dürr-ül Mensur, c.3, s.186. Yakubi Tarihi, c.3, s.48. Ayrıca humusun farz olmasına dair Kur'an-ı Kerim'de nass vardır: "Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri, muhakkak Allah'a, Resulüne ve yakınlarına... aittir." (Enfal/2)

[24]- Ebu Bekir, hilafeti döneminde beş yüz hadis toplattı. Ayşe söylüyor, babamı bir gece sabaha kadar muztarip halde gördüm ve sabah olunca bana dedi ki: Hadisleri getir. Sonra hepsini yaktı. (Kenz-ul Ummal, c.5, s.237)
Ömer bütün şehirlere "Her kimin yanında hadis varsa onları yok etmelidir." emrini yazdı. (Kenz-ul Ummal, c.5, s.237)
Muhammed b. Ebu Bekir söylüyor: "Ömer zamanında toplanan hadisler çoğaldı. Yanına getirdiklerinde emir verdi ve hepsini yaktılar." (İbn-i Sad'ın Tabakat adlı eseri, c.5, s.140)

[25]- Ebul Fida Tarihi, c.1, s.151 vb. kitaplar.

[26]- Hz. Resul-i Ekrem Veda Haccında uzak yerlerden Mekke'ye gelenler için, hacc amellerinin "Hacca kadar Umre ile yaralanmak isteyene..." (Bakara/196.) ayetine göre özel bir şekilde yerine getirilmesi gerektiğini açıkladılar. Ömer hilafeti döneminde haccın o şekilde yerine getirilmesini men etti.
Yine Resul-i Ekrem zamanında Mut'a nikahı (kısa bir süre için evlenme) vardı. Ömer onu da hilafeti döneminde yasaklayıp, bu yasağa uymayanların taşlanılmasını kararlaştırdı. Hakeza Allah'ın Resulü zamanında ezanda "Hayye ala Hayr-il Amel" (yani bütün işlerin en hayırlısı olan namaza koşun) deniliyordu. Ömer, "Bu söz halkı cihad etmekten alı kor" diye yasakladı.
Ayrıca Peygamber (s.a.a) zamanında onun emriyle, bir mecliste ve oturumda bir talaktan fazla verilmezdi. Ama Ömer, üç boşamanın bir mecliste geçerli olmasına izin verdi. Yukarıda işaret edilenler, Şia ve Sünnilerin kelam, fıkıh ve hadis kitaplarında yer alan meşhur konulardandır.

[27]- Yakubi Tarihi, c.2, s.131. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.160.

[28]- Usd-ul Gabe, c.4, s.386. El İsabe, c.3.

[29]- Yakubi Tarihi, c.2, s.159. Ebu'l Fida, c.1, s.168. Taberi Tarihi, c.3, s.377 ve bunların benzeri kitaplar.

[30]- Yakubi Tarihi, c.2, s.150. Taberi Tarihi, c.3, s.397.

[31]- Mısırlılardan bir grup Osman'ın aleyhine baş kaldırdılar. Osman tehlikede olduğunu hissettiği için Ali b. Ebu Talib'ten yardım talebinde bulunup yaptığı işlerden pişmanlık duyduğunu belirtti. Bunun üzerine Hz. Ali Mısırlılara şöyle buyurdu: "Siz hakkı diriltmek ve onun ihyası için kıyam etmişsinizdir. Osman tövbe ettiğini belirterek şöyle diyor: Ben geçmişteki hareketlerimi bırakıyor, isteklerinizi üç gün zarfında yerine getirip zalim valileri ve yöneticileri makamlarından alacağım."
Daha sonra Ali (a.s), Osman'ın adına onlarla anlaşma yaptı ve onlar Mısır'a doğru geriye döndüler.
Yolda, Osman'ın devesine binmiş Mısır'a doğru ilerlemekte olan kölesine rastladılar. Ondan şüphelendiler ve üzerini aradılar. Üzerinde Mısır valiliğine yazılı bir mektup buldular. Mektubun içeriği şuydu:
"Allah'ın adıyla; Abdurrahman b. Udeys yanına geldiğinde, ona yüz kırbaç vur, başını ve sakalını tıraş ettir ve uzun süreli hapse mahkum et. Bunu aynen Amr b. Humk, Sevdan b. Hamran ve Umre b. Nebba hakkında da uygula."
Mısırlılar mektubu alıp öfkeyle Osman'ın yanına döndüler. Bize ihanette bulundun dediler. Osman, mektubu inkar etti. Mektubu, kölenin taşıdığını söylediklerinde o bu işi benim iznim olmadan yapmış dedi. Bineği, senin deven idi denildi. Cevapta, devemi çalmışlar dedi. Mektubun yazısı, senin katibinin el yazısıdır dediler. Haberim ve iznim olmadan bunu yapmıştır cevabını verdi.
Mısırlılar şöyle dediler: Ne olursa olsun, halifeliğe layık değilsin. Makamından istifa etmelisin. Yapılan bu işler, senin izninle gerçeklenmiş olursa, hain birisi olduğun ortaya çıkar. Bu denli önemli işler izinsiz ve haberin olmadan yapılmışsa, beceriksizliğin ve bu makama layık olmadığın kanıtlanmış olur. Velhasıl ya istifa et ve yahut da hemen şimdi zalim yöneticileri makamlarından azlet.
Osman cevapta şöyle dedi: "Sizin isteğinize göre hareket edersem, o zaman siz yöneticisiniz demektir. O halde ben ne işin sahibiyim bu arada?"
Mısırlılar bu sözleri işitince öfkeyle meclisi terk ettiler. (Taberi Tarihi, c.3, s.402, Yakubi Tarihi,c.2, s.150-151)

[32]- Taberi Tarih-i c.3, s.377

[33]- Sahih-i Buhari, c.6, s.98. Yakubi Tarihi, c.2, s.113.

[34]- Yakubi Tarihi, c.2, s.11. Taberi Tarihi, c.3, s.129-132.

[35]- Yakubi Tarihi, c.2, s.113. Şerh-i Nehc-ul Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.9.
Ebu Bekir'e biat alındıktan sonra Hz. Ali'nin (a.s) yanına adam gönderip ondan biat dilediğinde bulunduğu, Hz. Ali'nin (a.s) ise cevapta: "Kur'an-ı Kerim'i bir araya toplayana kadar namaz dışında herhangi bir şey için dışarıya çıkmamaya ahitliğim." diye buyurdukları birçok rivayetlerde yer almıştır. Ve yine hadis-i şeriflerde Hz. Ali'nin (a.s) altı ay sonra Ebu Bekir'e biat ettiği yer almıştır. Bu hadisler, Hz. Ali'nin Kur'an-ı Kerim'i toplama işinin bitimine kanıt oluşturur.
Yine hadislerde Hz. Ali'nin (a.s) Kur'an'ı topladıktan sonra bir deveye yüklediği, halkın içine getirip onlara gösterdiği belirtilmiştir. Ve yine hadislerde Yemame savaşının -ki Kur'an-ı Kerim onun hemen ardından toplanmıştır- Ebu Bekir'in hilafetinin ikinci yılında gerçekleştiği yer almıştır. Bu konular Mushafın toplanmasına değinen tarih ve hadis kitaplarının bir çoğunda bulunur.

[36]- Yakubi Tarihi, c.2, s.154.

[37]- Yakubi Tarihi, c.2, s.155. Muruc-uz Zeheb, c.2, s.364.

[38]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 15

[39]- Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra, parmakla sayılacak kadar bir azınlık, Ali'ye (a.s) uyarak biat etmediler. Bu azınlığın başında, sahabelerden Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar vardı. Ali'nin (a.s) hilafet döneminin başlangıcında da önemsenecek bir azınlık muhalif unvanıyla biat etmekten çekindiler. Biattan çekinenler ve baş muhalifler içerisinde Said b. As, Velid b. Ukbe, Mervan b. Hakem, Emr b. As, Busr b. Ertat, Semuret b. Cündeb, Muğire b. Şu'be ve diğerleri vardı.
Bu iki grubun biyografisini mütalaa etmek, bunların yaptığı işler hakkında düşünmek ve tarihin bunlarla ilgili kaydettiği hikayeleri okumak, bunların dini şahsiyetlerini ve hedeflerini iyice aydınlatır.
Birinci grup, Peygamberi Ekrem'in has sahabelerinden, abid ve zahitlerden, canlarını İslam yolunda feda etmeye hazır olanlardan, İslami hürriyetçilerden, onun has sevgisine nail olanlardandılar. Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teâla bana dört şahsı sevdiğini haber verdi ve beni de onları sevmeye emir buyurdu." Peygamber'den (s.a.a) isimlerini sordular, cevapta üç defa şöyle buyurdular: "Ali (a.s), sonra Ebuzer, Selman ve Mikdad." (Sünen-i İbn-i Mace, c.1, s.66)
Ayşe diyor ki: "Allah'ın Resulü şöyle buyurdu: "Ammar'a iki şey sunulursa muhakkak onların hak ve daha yüce olanını seçer." (Sunen-i İbn-i Mace, c.1,

s.66)
Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde ve gökyüzünde, Ebuzer'den daha doğru ve sadık kimse yoktur." (Sünen-i İbn-i Mace, c.1, s.68)
Bunlar hakkında bütün hayatları boyunca gayri meşru bir amel naklolunmamıştır. Haksız yere kan dökmemişler, başkalarının ırzına dokunmamışlar, hiç kimsenin malına el uzatmamışlar ve halkı fesat ve delalete itmemişlerdir.
Ama tarih ikinci grubun yapmış olduğu facialar ve kötülüklerle doludur. Haksız yere döktükleri kanlar, ele geçirdikleri Müslüman halkın malları ve utanç verici hareketlerde bulundukları, sayılmayacak kadar fazladır. Bunların yaptıkları (Ehl-i Sünnet'in dediği şu söz)
"Allah bunlardan razıdır, işledikleri her cinayette serbesttirler, Kur'an ve Sünnette bulunan İslam kanunları bunlar değil, başkaları hakkında vaz edilmiştir" sözü dışında başka bir özürle yorumlanamaz.

[40]- Muruc-uz Zeheb, c.2, s.362. Nehc-ül Belağa, Hutbe: 122. Yakubi Tarih, c.2, s.160. Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.180.

[41]- Yakubi Tarihi, c.2. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.172. Muruc-uz Zeheb, c.2, s.366.

[42]- Yakubi Tarihi, c.2, s.152.

[43]- Yakubi Tarihi, c.2, s.154. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.171.

[44]- Yakubi Tarihi, c.2, s.152.

[45]- Osman muhasaradayken mektupla Muaviye'den yardım istedi. Muaviye on iki binlik mücehhez bir ordu tertipleyip, Medine'ye doğru hareket etti. Ama Şam hudutlarında orduya durmalarını emir verdi ve kendisi Osman'ın yanına vararak ordusunun hazır olduğunu bildirdi. Osman ona "Sen kasıtlı olarak orduyu orada beklettin. Benim ölmemi bekliyorsun ta ki sonra benim kanımın bedelini alma adına kıyam edesin" dedi. (Yakubi Tarihi, c.2, s.152. Muruc-uz Zeheb c.3, s.25. Taberi Tarihi, s.403.

[46]- Muruc-uz Zeheb, c.2, s.415.

[47]- Kur'an'ın rivayetlerle açıklandığı tefsir kitaplarında bu ayetlerin nüzul sebebine bakılsın:
"Kureyş'in ileri gelenlerinden bir kısmı yürüyün; mabutlarınıza ibadet etmeye devam edin." (Sad/5)
"Sana sebat etme kabiliyeti vermeseydik, andolsun ki, sen onlara birazcık meyledecektin." (İsra/74)
"Onlara yumuşaklık göstermeni arzularlar, öyle hareket etsen onlar da yumuşaklık gösterirler." (Kalem/9)

[48]- Bu kısa sözler, Amudi'nin el-Ğurer ved-Durer adlı eserinde ve diğer hadis kaynaklarında nakledilmiştir.

[49]- Muruc-uz Zeheb, c.2, s.431. Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.181.

[50]- Nahiv ilminde Suyuti kitabı c.2 ve benzerleri, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.6

[51]- Nehc-ül Belağa'ya bakılsın.

[52]- Cemel savaşının tam ortasındayken bir Arap, Hz. Ali'ye şöyle arz etti: "Ey Müminlerin Emiri, Sen Allah'ın bir olduğunu mu söylüyorsun?" Her bir taraftan halk ona karşı çıkıp şöyle dediler: "Ey Arap Ali'nin endişeli ve fikrinin dağınık bir durumda olduğunu görmüyor musun? Şimdi ilmi bahis yapmak zamanı mı?" Hz. Ali (a.s) ashabına "Bu adamı kendi haline bırakın, çünkü bu kavimle savaşmamın nedeni dini maksatlar ve doğru inançların aydınlanmasından başka bir şey değildir." dedikten sonra Arabın sorusunu ayrıntılarıyla cevapladı. (Bihar-ul Envar, c.2, s.65)

[53]- Şerh-i Nehc-ül Belağa,İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.6-9

[54]- Yakubi Tarihi, c.2, s.191 ve diğer tarih kitapları.

[55]- Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.4, s.160. Taberi Tarihi, c.4, s.124. el-Kamil, İbn-i Esir c.3 s.203.

[56]- Bir önceki kaynak.

[57]- Yakubi Tarihi, c.2, s.193.

[58]- Yakubi Tarihi, c.2, s.202.

[59]- Yezid eğlenceye çok düşkün, hevesine tabi, daima içki içen, ipekli ve yakışmayan elbiseleri giyen bir kişiydi. Her zaman kendisine oyun arkadaşı olarak köpek ve maymunu seçerdi. Sazlı ve içkili gece eğlenceleri kurardı. Ebu Kubeys adını taktığı maymununa güzel elbise giydiriyor, onu içki toplantılarına alıyordu. Bazen de atına bindirip koşu yarışmalarına gönderiyordu. (Yakubi Tarihi, c.2, s.196. Muruc-uz Zeheb, c.3, s.77)

[60]- Muruc-uz Zeheb, c.3, s.5. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.183.

[61]- en-Nesayih-ül Kafiye, s.72, "Ehdas" kitabından naklen.

[62]- Ebu'l Hasan Medaini, "Ehdas" kitabında rivayet ediyor ki:: "Muaviye kıtlık (açlık) yılından sonra kendi idarecilerine birer mektupta şöyle yazdı: Ebu Turab (Hz. Ali (a.s) ve O'nun Ehl-i Beyt'inin fazileti hakkında hadis rivayet edenlerden can güvenliğini kaldırdım." (En-Nesayih-ül Kafiye, yazar: Muhammed b. Akil. B. Necef 1386 Hicri Yılı, s.87 ve 194)

[63]- En-Nesayih-ül Kafiye, s.72-73.

[64]- En-Nesayih-ül Kafiye, s.58, 63 ve 77-78.

[65]- Tevbe/100

[66]- Yakubi, c.2, s.216. Ebu'l Fida, c.1, s.190. Muruc-uz Zeheb, c.3, s.64 ve diğer tarih kitapları.

[67]- Yakubi Tarihi, c.2, s.243. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.192. Muruc-uz Zeheb, c.3, s.78.

[68]- Yakubi Tarihi, c.2, s.224. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.192. Muruc-uz Zeheb, c.3, s.81.

[69]- Bu kararı alan halife, Velid b. Yezid'dir. (Yakubi Tarihi, c.3, s.73)

[70]- Bunu yapan halife, Velid b. Yezid'dir. (Muruc-uz Zeheb, c.3, s.228)

[71]- Kitabımızın "İmamet" bölümü.

[72]- Mü'cem-ül Büldan, Kum maddesi.

[73]- Muruc-uz Zeheb, c.3, s.217-219. Yakubi Tarihi, c.3, s.66.

[74]- Bihar-ul Envar, c.12 ve Şia'nın diğer kaynak kitapları.

[75]- Yakubi Tarihi, c.3, s.84.










-ŞİA'DA TEMEL İNANÇLAR





İslam tarihi boyunca Müslümanlar arasında farklılıklar olmasına rağmen, birçok inançsal ve fıkhî konularda aynı görüşü savunmuşlardır. Kurân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a.a) yüce kişiliği ve Müslümanların da bunlara samimice sevgi ve muhabbet beslemeleri, ortak kültür ve hedefler doğrultusunda birlik olmalarına sebep olmuştur. İslamı yok etmek isteyenlerin düşmanlıkları ve onlar karşısında yaşanan sorunlar ve ortak çözüm bulma çabaları, Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik duygusunun güçlenmesine sebep olmuştur. Kurân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a.a) Müslümanları birlik ve beraberliğe davet etmesi çeşitli İslami mezheplerin büyük şahsiyetleri tarafından sürekli vurgulanmıştır.

İnanç alanında bütün Müslümanlar Allah'ın (c.c.) varlığına ve birliğine, Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberlere özellikle Hz. Muhammed'in (s.a.a) insanlar için gönderilmiş son ilahî peygamber olduğuna, ölümden sonraki hayata ve kıyamet gününde herkese, yaptığı ameller karşısında adilce davranılacağına inanmaktadırlar. Bütün Müslümanların inanması gerektiği bu akideler, İslamın en temel konularıdır. Dışarıdan bir gözlemci düşüncelerine dayanarak Şiî ve Sünnî Müslümanlar arasında ki birlik ve beraberliğin ölçüsünü şu şekilde açıklayabiliriz:

Son zamanlarda Müslümanlar, Şiaların da Ehl-i Sünnet gibi İslamın temel inançlarına dayandıklarını öğrendiler. Yani Şiîler de Ehl-i Sünnet gibi Allah'ın (c.c.) birliğine, aynı Kurâna, aynı Peygamber'e (Hz. Muhammed'e) (s.a.a), kıyamet gününe ve ondan sonrasına, namaz, oruç, hac, zekat ve cihat gibi dinin temel ibadetlerine inanmaktadırlar. Bu ortak noktalar ihtilaflı konulardan daha önemlidir. Şiî ve Sünnî'nin bir cemaat namazında beraber aynı safta namaz kılmalarının her iki tarafın görüşüne göre hiçbir sakıncası yoktur. Ama uygulamada geçmişte bazı sorunlarla karşılaşılmış ve şimdi de karşılaşılmaktadırlar.

Şimdi ise usul-u din (dinin temel inançları) ve Ehl-i Sünnet'te olmayan, Şia'nın bazı özel inançlarını sırasıyla inceleyeceğiz:

USUL-U DİN =

1- TEVHİD

La İlahe illallah ve Muhammedur-Resulüllah (Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın Resulüdür.) cümlesi İslam'a girmenin ilk şartıdır. Bu iki şahadeti getiren herkes Müslüman olur. Bütün Müslümanlar Allah'ın (c.c.) bir olduğuna, ortağının, eşinin, benzerinin ve çocuğunun olmadığına inanmaktadırlar. Allah (c.c.) her şeyin başlangıcıdır. Allah (c.c.) her şeyi bilmekte, her şeye gücü yetmekte ve her yerdedir. Kurân-ı Kerim'e göre Allah (c.c.) insana şah damarından daha yakındır. Hiçbir göz Onu göremez ve hiçbir akıl Onun varlığının hakikatini derk edemez.
İmam Ali (a.s) dualarından birinde Allah'a (c.c.) şöyle sesleniyor:

Allah'ım, ben senden rahman ve rahim isimlerini vasıta kılarak istekte bulunuyorum. Ey azamet ve büyüklük sahibi! Ey hiç kimseye muhtaç olmayan! Ey ezeli ve ebedi, senden başka hiçbir ilah yoktur.

2- ADALET

Şiîler Allah'ın (c.c.) sıfatları içerisinden tevhit sıfatından sonra adalet sıfatını çok önemsemektedirler. Elbette, bütün Müslümanlar Allah'ın adil olduğuna inanmaktadırlar. Yani Allah (c.c.) hiçbir kuluna haksızlık ve zulüm etmez. Bu hakikat Kurân-ı Kerim'de açıkça beyan edilmiştir:

Allah kullarına, zulmetmez. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Şüphe yok ki Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. Şüphe yok ki Allah insanlara zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler.

Yukarıda açıklanan delile ve adaletin çok mühim önemine ilave olarak Şiîlerin Allah'ın (c.c.) adaleti üzerinde durmalarının başka bir delili de şudur:

Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerine göre iyi ahlak ve kötü ahlak için direkt olarak belli bir ölçü yoktur. Onlara göre Allahın yaptığı ve emrettiği her şey iyi ve adil sayılmaktadır. Bu söz şunu gerektirmektedir; eğer Allah bizden yalan söylememizi isterse, yalan söylemek iyi bir şey olacak ve eğer dindar ve takvalı insanları cehenneme gönderirse onlara adilce davranmış olacaktır. Elbette onlar Allahın doğru konuşmayı emrettiğine ve iyi insanları da cehenneme göndermeyeceğine inanmaktadırlar. Ama buna sadece Allahın (c.c.) böyle karar almasından dolayı inanmaktadırlar.

Ehl-i Sünnet âlimlerinden olan bu gruba Eşarî denilmektedir. Bunlar aynı şekilde insanların kendi yaptıkları fiillerinde dahi, özgür olmadıklarına inanmaktadırlar. Yani; Allah (c.c.) insanların fiillerini yaratmaktadır ve onların bu fiillerin yaratılmasında hiçbir irade ve rolleri yoktur.

Şia ve Ehl-i Sünnet'in Mutezile âlimleri iyilik ve kötülük, dürüstlük ve hilekâr gibi ahlakî sıfatların belirli aklî ölçülerinin olduğuna inanmaktadırlar. Yani onlar hüsn (iyilik) ve kubh (kötülük) zâtî, adalet ve zulmün de gerçekten birbirleriyle tam olarak farklı olduğuna ve Allahın adil olmamızı, hatta düşmana dahi zulmetmememizi, bizden boş yere istemediğine inanmaktadırlar. Onlar aynı şekilde, insanların kendi fiillerinde özgür ve yaptıkları ameller karşısında da sorumlu olduklarına inanmaktadırlar.

Elbette Mutezile Tefvize yani Allah'ın insanların fiillerine olan hakimiyetini tamamen onların kendilerine bıraktığına ve böylece de onların kamil bir iradeye sahip olduklarına inanmaktadırlar. Ama Şiîler insanların irade sahibi olduklarına inanmakla beraber, onlarda ki bu irade ve kudretin sınırlı olduğuna ve fiillerinin Allah'ın iktidar ve hakimiyetinin dışında olmadığına da inanmaktadırlar. Şia'nın bu inancı imam Cafer-i Sadık'ın (a.s) sözünde şöyle beyan edilmiştir: Ne cebirdir (zorlama yoktur) ne de tefviz (tamamen başıboş bırakmak) bilakis bu ikisinin arasında bir şeydir.

Şiîler sürekli bütün önemli düzenler için ilahî adaletin gerekliliğini vurgulamışlar ve onu bütün Müslümanların hatta bütün semavî dinlerin kabul ettiği tevhit, nübüvvet ve meâd inançlarının yanında usul-u din olarak zikretmişlerdir.

Şia ilahî adalete sadece inançsal açıdan bakmakla yetinmeyip, bunun yanı sıra adalet konusunu İslam dininin temel metotlarından saymakta ve toplum içerisinde de mutlaka uygulamaya geçmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden İslam tarihi boyunca adalet için yapılan birçok hareket Şiîler tarafından gerçekleştirilmiştir.

3- NÜBÜVVET

Allah (c.c.) insanları hikmet ve hedef üzerine yaratmıştır. (Zariyat, 56) Allah insanlara, kemal ve saadete doğru giden yolu kendilerinin seçmesi için akıl ve irade vermiştir. Allah (c.c.) aynı zamanda insan aklını gönderdiği vahiyler yoluyla da tamamlamıştır. Allah (c.c.) adalet ve hikmetinden dolayı hiçbir topluluğu peygambersiz bırakmamış ve her birine onları eğitip hidayet edecek peygamber veya peygamberler göndermiştir. (Rum. 47, Nahl.36)

İlk peygamber Hz. Adem (a.s) ve son peygamber de Hz. Muhammed'dir. Kurân-ı Kerim yirmi beş tane peygamberin ismini zikretmiştir. Ayrıca sayılarının bundan daha çok olduğunu da beyan etmiştir. (Mümin. 78)

Müslümanlar hadislere dayanarak Allah tarafından yüz yirmi dört bin peygamber gönderildiğine inanmaktadırlar. Kurânda isimleri geçen peygamberleri şu şekilde sıralayabiliriz:

Adem, Nuh, İsmail, İshak, Lut, Yakup, Yusuf, Eyüp, Mûsa, Harun, Hızır, Davut, Süleyman, Musa, Zekeriya, Yahya, İsa ve Hz. Muhammed (s.a.a)
Peygamberler içinden şeriat ve genel risalet sahibi beş tane peygamber vardır. Bunlar; Nuh, İbrahim, Mûsa, İsa ve Hz. Muhammed'dir. Bu beş peygambere Ulul-Azm Peygamberler denmektedir. Kurân'a ilave olarak dört ayrı semavî kitap Kurân-ı Kerim'de şöyle zikredilmiştir:

İbrahim'in (a.s) sahifesi, (el-Âlâ. 19), Davut'un (a.s) Zebur'u (İsrâ. 55), Musa'nın (a.s) Tevrat'ı (Bakara. 87, Âl-i İmran.3-4) ve İsa'nın (a.s) İncil'i (Maide. 46)

Müslümanım diyen herkesin bütün semavî kitaplara ve bütün peygamberlere inanması gerekmektedir. (Bakara.4-285, Nisa. 152) ileride değineceğimiz gibi Şiîler peygamberlerin masum (günahsız) olduklarına inanmaktadırlar. Onlar da diğer Müslümanlar gibi İslam peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.a) risaletinin kıyamet gününe kadar kalıcı olduğuna inanmaktadırlar. Şiaya göre Hz. Muhammed (s.a.a) Allah'ı (c.c.) en iyi tanıyan, O'na en güzel bir şekilde tevekkül eden, O'nun isteklerine ihlaslı bir şekilde itaat eden ve bütün insanlara karşı merhametli ve şefkatli olan en kamil ve güzel örnektir.

Hz. Muhammed (s.a.a) son ve en kâmil olan ilahî dini insanlara ulaştırması için Allah (c.c.) tarafından şansa, gelişi güzel seçilmemiştir. Bir insanın Allah ile muhatap olması ve ondan vahiy alabilmesi için birçok yönden liyakat ve kapasiteye ihtiyacı vardır ve doğal olarak da vahyin en güzel en kâmil bir şekilde alınabilmesi için yeterli kapasite ve liyakatin olması gerekmektedir.

Peygamberimiz'in (s.a.a) şahsiyeti, ahlakı, tabiatı ve davranışlarının, İslamın ilerlemesinde çok büyük bir rolü olmuştur. Peygamber (s.a.a) küçüklüğünden beri Emin sıfatıyla tanınmakta idi. Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberliği boyunca İslamın temelleri ve değerlerine göre hayatını sürdürmüş, zor ve kolay, emniyet ve korku, barış ve savaş, başarı ve yenilgi günlerinde de her zaman mütevazı, adil, vakarlı ve ağır başlı olmuştur. Peygamber (s.a.a) o kadar mütevazı ve alçak gönüllü idi ki hiçbir zaman kendisini beğendiği, övdüğü ve başkalarından üstün gördüğü duyulmamış ve hiçbir zaman şatafatlı, gösterişli ve lüks hayatı istememiştir.

Ne yalnızlık ve zayıf zamanlarında, nede Arabistan yarımadasına hakim olduğu ve bütün Müslümanların onu kalpten sevdiği bir zamanda, hatta abdest için kullandığı suyun damlalarını teberrük için aldıkları zaman dahi, yaşantısında hiçbir değişiklilik yapmamıştır. Onun yaşantısı, halkın içinde özellikle fakirlerin yanında geçmiş, hükümet sarayı ve korumaları olmamıştır. Ashabı ile beraber oturduğu zaman, yeni gelen birisi onu oturduğu yerden, oturuş şeklinden ve giyiminden peygamber olduğunu anlayamazdı. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) sadece konuşmaları ve maneviyatı onu başkalarından ayrı kılıyordu.

Peygamber (s.a.a) o kadar adaletliydi ki hiçbir zaman düşmanı dahi olsa, birisinin hakkına zulmedilmesini reva görmezdi. O Kurâ-ı Kerim'in şu temel ilkesini hayatına esas olarak almıştı:
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.

Peygamber (s.a.a) her savaştan önce, askerlerine kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve teslim olanlara saldırmamalarını, bağlara, bahçelere ve tarlalara zarar vermemelerini, savaş meydanından kaçanları takip etmemelerini ve esirlere iyi davranmalarını emrederdi.

Peygamber (s.a.a) vefatından kısa bir süre önce, bir gün mescitte halka; üzerinde hakkı olan veya zulmettiği kimse varsa öne çıkıp hakkını istemesini söyledi. Müslümanlar Peygamberin (s.a.a) bu isteğinden etkilenerek gözyaşlarına hakim olamadılar. Onlar Peygamberin (s.a.a) hiçbir zaman kendi isteklerini diğer insanların isteklerinden önde tutmayacağı ve kendi rahatlık ve emniyetini onlarınkine tercih etmeyeceğini çok iyi bilmekteydiler.

Bundan dolayı mescitte bulunan Müslümanlar teşekkür ve minnettarlık duygularını Peygamber'e (s.a.a) iletmeye başladılar. Ama o sırada orada bulunanlardan birisi ayağa kalkarak Peygamber'in (s.a.a) üzerinde hakkı olduğunu iddia etti. Onun anlattıklarına göre savaşlardan birinde Peygamber (s.a.a) Müslüman askerlerin sıralarını düzene sokarken, elinde ki sopa o şahsın karnına çarpmıştı.

Peygamber (s.a.a) hemen yakınlarından birine evine giderek o sopayı getirmesini buyurdu ve sopayı o şahsa vererek kısas uygulamasını istedi. O şahıs sopanın çıplak karnına çarptığını ve bu yüzden kendisinin de aynı şekilde vurmak istediğini söyledi. Peygamber (s.a.a), o şahsın kısas uygulayabilmesi için gömleğini biraz yukarı doğru çekti. Müslümanlar sinirli ve şaşkın bir halde bu sarsıcı sahneyi izlemekteydiler ki birden o şahıs eğilerek Peygamber'in (s.a.a) bedenini öptü. İlginç olan o ki bütün söylenen sözler sadece Peygamberin (s.a.a) bedenini öpebilmek içindi.

4- İ M A M E T

Bundan önce de açıklandığı gibi Şia, Peygamberimiz'in (s.a.a) getirmiş olduğu dinin kıyamet gününe kadar korunabilmesi için, imamet konusunun gerekliliğine inanmaktadır. Arapça'da imam kelimesi önder ve yol gösterici anlamına gelmektedir. Bu sözlük anlamına göre imam kelimesi iyi ve kötü önderlerin her ikisi için de kullanılabilir. Aynı şekilde imamın önderlik sınırı bir millet veya bir ülkenin liderliği gibi çok geniş olabileceği gibi bir mescitte cemaat imamı gibi çok dar bir manada da kullanılabilir.

Ama Şiî inancında imam kelimesinin özel bir anlamı vardır. Bu anlama göre İslam topluluğunun siyasi ve dinî konularının yönetimi için Allah (c.c.) tarafından görevlendirilen birisine imam denilmektedir. Yani imam, İslam topluluğunun önderliği, dinî ve şeri kanunların beyanı ve korunması ve hayatın çeşitli alanlarında halkın kılavuzluğu için Allah (c.c.) tarafından seçilen Peygamber (s.a.a) ya da bir önceki imam yoluyla halka bildirilen kimsedir. İmam Allahın Peygamberden (s.a.a) sonra yeryüzündeki halifesidir. Bu yüzden mutlaka günahsız ve Kurân-ı Kerim'in batını ve zahirine kâmil bir ilmi olması gerekmektedir.

Ehl-İ Sünnet'in Görüşü: Ehl-i Sünnet mezhebine bağlı olan Müslümanlar imam kelimesini halife kelimesi ile aynı anlamda kullanmaktadırlar. Arapçada halife kelimesi bir öncekinin yerine geçen ve onun görevini üstlenen anlamına gelmektedir. Bu unvanı hükümetin başına geçen ve Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra İslam topluluğuna hükmeden herkese vermektedirler. Halifenin halk tarafından seçilmesi ya da önceki halife tarafından atanması ya da belli bir şuranın seçmesi, hatta güç kullanarak başa geçmesi dahi mümkündür. Halifenin günahsız veya iman ve ilim gibi sıfatlarda başkalarından üstün olması gerekli değildir.
Şiîler aşağıdaki sıraya göre Peygamber (s.a.a)´den sonra 12 imamın geldiğine inanmaktadırlar:

1- İmam Ali b. Ebu Talip, el-Murteza (40 h.k şehit oldu)

2- İmam Hasan b. Ali, el-Müctaba (50 h.k şehit oldu)

3- İmam Hüseyin b.Ali,Seyyidüş-Şüheda (61 h.k şehit oldu)

4- İmam Ali b. Hüseyin, Zeynül-Abidin (95 h.k şehit oldu)

5- İmam Muhammed b. Ali, el-Bâkır (114 h.k şehit oldu)

6- İmam Cafer b. Muhammed es-Sâdık (148 h.k şehit oldu)

7- İmam Musa b. Câfer, el-Kâzım, (183 h.k şehit oldu)

8- İmam Ali b. Musa, er-Rıza (203 h.k şehit oldu)

9- İmam Muhammed b. Ali, el-Cevâd (220 h.k şehit oldu)

10- İmam Ali b. Muhammed, el-Hâdi (254 h.k şehit oldu)

11- İmam Hasan b. Ali, el-Askerî (260 h.k yılında şehit oldu)

12- İmam Muhammed b. Hasan, el-Mehdî (Şu anda hayatta gözlerden uzak bir şekilde yaşamaktadır.)


Bütün ilahî dinlerde, bir kurtarıcının geleceği inancı vardır. İslam dininde ise bu kurtarıcıya olan inanç, mehdilik öğretisinde konu olmuştur. İmam Mehdi (a.f) yeryüzü zulümle dolduktan sonra Allah'ın (c.c.) izni ile kıyam edecek ve yeryüzünü baştan sona adaletle dolduracaktır. Müjdelenmiş kurtarıcı veya dünya için iyi bir son inancı Kuranın birçok ayetlerinde ve Peygamber'in (s.a.a) hadislerinde beyan edilmiştir:

And olsun Zikir'den sonra Zebur'da da Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır diye yazmıştık.
Biz ise, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önder yapmak ve onları vâris kılmak istiyoruz.

Burada Ehl-i Sünnet'in önemli kaynaklarında bulunan kurtarıcı ile ilgili hadislere değineceğiz:
1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:

Dünyanın sadece bir günlük ömrü kalsa bile Allah (c.c.) o günü o kadar uzatır ki, ta soyumdan ismi benim ismimle aynı olan birisinin, yeryüzüne hâkim olsun.

2- Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:

Mehdi, benim Ehl-i Beytim'dendir. Allah-u Teala onun için gerekli şartları bir gecede hazırlar.

3- Peygamber (s.a.a)'den şöyle naklediliyor:

Vaat edilmiş Mehdi, benim Ehl-i Beytim'den ve Fatıma'nın evlatlarındandır.

4- Cabir b. Abdullah Ensarî Peygamber (s.a.a)'den şöyle naklediyor:

Ümmetimden bir topluluk kıyamet gününe yakın bir zamana kadar hakkı ayakta tutmak için savaşacaklardır. O sırada Meryem oğlu İsa gökyüzünden yeryüzüne inecektir. Ve o topluluğun imamı, İsa b. Meryem'den kendilerine cemaat namazı kıldırmasını isteyecek; ama Hz. İsa bunu kabul etmeyerek şöyle buyuracaktır: Hayır, Allah bu ümmeti şereflendirmek için imamları sizin aranızda karar kılmıştır.

Özet olarak, Hz. Mehdi (a.f), bütün insanlık için görevlendirilecek ve kıyamının başlangıcı da Arap yarımadasında olacaktır. Onun ismi Peygamber'in (s.a.a) ismi olan Muhammeddir ve o Hz. Fatıma'nın (s.a) neslinden gelecektir. Peygamberin (s.a.a) hadisleri ve Ehl-i Beyt'in (a.s) sözlerine göre Mehdi on birinci imam Hasan Askeri (a.s)'in oğludur. Hz. Mehdi (a.f) 255 h.k yılında dünyaya gelmiş ve 260 h.k yılında ise imam Hasan Askerinin şehit olmasının ardından gaybete çekilmiştir. İmam Mehdi (a.f) hayattadır ve ne zaman ortam müsait olursa zuhur edecektir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin birçoğu da aynı şekilde bu konuyu kendi kitaplarında zikretmişlerdir. Ama bunun karşısında Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir başka çoğunluğu ise Mehdi'nin henüz dünyaya gelmediğine inanmaktadırlar.

Ünlü Şiî araştırmacı Seyit Muhsin Emin Ayanüş-Şia kitabında Mehdinin, imam Hasan Askeri'nin (a.s) oğlu olduğuna inanan Ehl-i Sünnet âlimlerinden on üç kişinin ismini zikretmiştir. Örnek olarak; Muhammed b. Yusuf el-Kenci eş-Şafiî el-Beyan fi Âhbarî Sahibiz-Zaman ve Kifayetüt-Talib fi Menakibî Ali b. Ebu Talib kitabında; Nuruddin Ali b. Muhammed el-Mâlik el-Fusulul-Mühimme fi Maifetil-Eimme kitabında ve ibn-i Cûzi Tezkiretül-Havas kitabında bu konuyu zikretmişlerdir.

5- MEAD

Bir gün bu dünya kıyametin gelmesi ile sona erecektir. Bütün insanlar yeniden dirilip Allah'ın huzurunda toplanacaklardır. Allah bütün insanların inanç ve amellerini hesaba çekerek salih ve iyi işlerde bulunanlara sevap verecek ve sapıklıklarında inat eden, kötü amellerde bulunanları da cezalandıracaktır. (Hac 6-9); Al-i İmran 185; Enam 62)

Allah, herkese adaletli bir şekilde davranacaktır. Bununla birlikte bu adaletin uygulanmasında, Allah daha çok rahmet sıfatıyla kullarını hesaba çekecektir. (Enam 12)

H A T I R L A T M A

Her ne kadar bütün Müslümanlar üç temel konuda yani tevhit, nübüvvet ve mead konusunda ortak görüşe sahip olsalar da inanç ve amellerin sayılarında ve bölümlere ayrılmasında, onlar arasında bir takım farklılıklar görülmektedir. Şia, bu üç temel konuyu Usul-u din olarak ve adalet ve imamet konularını da Usul-u mezhep olarak adlandırmaktadırlar. Bunun yanında ibadet ve farz amelleri de Furu-u din olarak adlandırmaktadırlar. Bu ayırımın sebebi tevhit, nübüvvet, mead, adalet ve imamet inançlarının dinin ve mezhebin en önemli ve temel unsurları olmaları, amel ve ibadetlerin ise bu temel unsurlara iman etme ve inanmanın peşinden gelmeleridir. Bu yüzden amel ve ibadetler teferruat olarak kabul edilmiştir.

Ehl-i Sünnet ise Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammedin (s.a.a) peygamberliğine şahadet getirmeyi dört farz ibadet (namaz, oruç, hac ve zekat) ile birlikte Usul-u din olarak saymaktadırlar. Emr-i bil-Maruf (İyiyi emretmek) ve nehy-i anil-Münker (Kötülükten alıkoymak) gibi diğer ibadetleri de farz olarak bilmelerine rağmen namaz, oruç hac ve zekâtın yanında zikretmemektedirler.

AMELLER
Füru-u din’de yer alan ibadetlerden en önemlileri şunlardır:

1- NAMAZ

Buluğ (ergenlik) çağına eren her Müslüman’ın günde beş vakit namaz kılması gerekmektedir. Namaz kılmak için önce belli bir tertibe göre abdest alınması, sonra Mekke yani kıbleye doğru durması ve hangi namazın kılınacağı belirtilerek, Allah’a yaklaşma kastı ile “Allah-u Ekber” denilmesi gerekmektedir. Namaz kılanın niyeti, namaz boyunca mutlaka Allah’a yaklaşma olmalı ve niyetine ilahî olmayan hiçbir şeyi karıştırmamalıdır. Eğer namaz kılan birisi, namaz esnasında niyetini unutur veya riya ve gösteriş kastı olursa namazı batıl olur. Namaz “Allah-u Ekber” ile başlar selam ile biter. Her namaz iki, üç veya dört rekâttan oluşmaktadır.[49]
Namazın her rekâtında bulunan sure, zikir, rükû ve secdelerin beyanı şöyledir:
A- Birinci ve ikinci rekâtlarda Fatiha suresi ve İhlâs veya Kadir gibi Kurân surelerinden birisi okunmalıdır. Üçüncü ve dördüncü rekâtlarda ise, sadece Fatiha suresi veya Tesbihat-ı Erbaâ zikri (Sübhanellahi ve’l-Hamdü lillahi ve la ilahe illellahi vellahu ekber) okunmalıdır.
B- Sureler veya Tesbihat-ı Erbaâ zikri okunduktan sonra eğilerek rükûya gidilir ve rüku halinde Allah, tespih ve hamd edilir.
C- Rükûdan sonra doğrulup sonra tekrar eğilerek iki secde yapılır ve secde halinde Allah tespih ve hamd edilir.
Ç- İkinci rekâtta iki secdeyi yerine getirdikten sonra Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğine şahadet getirilerek salâvat gönderilir. Üç rekâtlı namazlarda üçüncü rekâtta ve dört rekâtlı namazlarda ise dördüncü rekâtta teşehhüt aynı şekilde tekrarlanır.
D- Her namazın son rekâtında teşehhütten sonra Peygamber’e (s.a.a) Allah’ın Salih kullarına ve namaz kılanlara selam gönderilir.[50]
İslam dininde, günlük kılınan beş vakit ( 17 rekat) namaz en önemli ibadet ve Allah’ı anma olarak kabul edilmektedir. Allah-u Teala Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“…Muhakkak ki, namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”[51]

2- ORUÇ

Ramazan ayının orucu (kameri dokuzuncu ay) en önemli farz ibadetlerden biridir. Ramazan ayında buluğ (ergenlik) çağına ermiş olan her Müslüman fecir vaktinden güneşin batışına kadar olan sürede yemeden, içmeden, cimadan ve bunun gibi bazı amellerden sakınmalıdır.[52]
Her ibadette olduğu gibi, oruç da mutlaka halis bir niyetle beraber yani, sadece Allah’a yaklaşma kastı ile tutulmalıdır. Elbette orucun Allah’a yaklaşma dışında başka birçok faydaları da vardır. Örnek olarak, azim ve iradenin güçlenmesi, her gün önemsemeden tükettiğimiz yiyecekler gibi nimetlerin hatırlanması, zenginlerin, fakirler ve yoksulların sıkıntılarını anlamaları ve bunun sonucunda da sevgi ve yardımlaşma duygularının güçlenmesi, kıyamet günündeki susuzluk ve açlığın anılması, nefsanî istek ve şehvetin azalması ve bunun arkasından da maneviyat ve aklın gelişmesi, orucun faydalarındandır. Orucun önemi hakkında Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındı gibi size de farz kılında. Umulur ki korunursunuz.”[53]

3- HACC

Buluğ (ergenlik) çağına eren, mal ve beden açısından da güçlü olan her Müslüman’ın ömründe bir defa Zilhicce ayında (Kameri on ikinci ay) hacca gitmesi farzdır. Mekke şehrinde olan Mescidü’l-Haram’ın bütün dünya Müslümanları açısından çok önemli bir yeri vardır. Bütün Müslümanlar namaz anında yüz ve bedenlerini Mescidü’l-Haram’ın içinde kare şeklinde “Kâbe” isimli yapıya doğru döndürmektedirler. Bütün dünya Müslümanlarının kıblesi olan Kâbe Hz. Âdem (a.s) zamanından kalan temeller üzerine ilk defa Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu Hz. İsmail (a.s) tarafından yaptırılmıştır. Aslında hac, dört bin yıl önce aynı mekanlarda tevhit kahramanı Hz. İbrahim-i Halil başından geçenlerin bir canlandırmasıdır. Hz. İbrahim uzun bir yolculuktan sonra Mekke’ye girdiğinde Allah ondan insanların hac ibadetlerini yerine getirebilmeleri için ortam hazırlamasını istedi. Kurân-ı Kerim bu konu hakkında şöyle buyuruyor:
“Bir zamanlar İbrahim’e Beytüllah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): “Bana hiç bir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.”
İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri, Allah’tan kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin.”[54]
“Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabet), Mekke’deki (Kâbe)’dir. Orada apaçık nişaneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”[55]
Hacc unutulmayan hatıralar ve tecrübelerle doludur. Belki bu hatıralar ve tecrübeler içerisinde, hepsinden en önemlisi, şu özellikleri tecrübe etmektir; insanın kendi nefsinden kurtulması, kardeşlik, eşitlik ve sadelik. Her yıl, dünyanın her yerinden milyonlarca Müslüman, evini, yuvasını, ailesini, işini, kazancını ve sevdiği her şeyi bırakarak yakıcı ve kuru bir çölün ortasında olan Mekke şehrine doğru hareket etmektedirler. Bütün insanlar aynı elbiselerle, aynı zaman ve mekanda bir araya gelerek, aynı amelleri yapmaktadırlar. Zengin ve fakir, hükümdar ve halk, üst zümre ve avam; hepsi iki parça beyaz kumaş ile üzerlerini örterek omuz omuza birbirlerinin yanında durmaktadırlar. Haccı her insan mutlaka ömründe bir defa tecrübe etmeli ve sonra ondan aldığı dersler ve mesajları günlük hayatına geçirmeye çalışmalıdır.

4- ZEKÂT

Kurân ve sünnette sadaka vermek, defalarca tavsiye edilerek çok fazla bir sevapla müjdelenmiştir. İnsanın sahip olduğu her şeyin Allah’a ait olmasına rağmen, Kurân-ı Kerim Allah yolunda infak etmek ve sadaka vermeyi Allah’a borç olarak tabir etmektedir.
“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.”[56]
Müstehap sadakalara ilave olarak, bazı farz infak ve sadakalar da vardır; örnek olarak malın bir çeşit vergisi olan zekâtın verilmesi farzdır. İlginç olan, Kurân-ı Kerim’de zekâtın fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine verilmesi, bir hediye olarak değil de onların zenginlerin üzerinde ki hakları olarak açıklanmasıdır. Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.”[57]
İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Münezzeh olan Allah, yoksulların rızkını zenginlerin mallarında karar kılmıştır. Zengin, malı kendi zevkine göre harcadığından dolayı, fakir aç kalmıştır. Ant olsun ki yüce Allah onları bu işlerinden dolayı sorguya çekecektir.”[58]
Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm, altın, gümüş, deve, inek ve koyun cinslerinden belirlenmiş miktar ve sayılara sahip olan herkesin fıkıh kitaplarında açıklanmış olan hüküm ve şartlara göre, o malların bir miktarını, (Yaklaşık kırkta birini) yakınlarından ihtiyaç sahiplerine, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara vermekle veya okul ve yol yapımı gibi toplumun yararına olan işlerde kullanmakla görevlidir.
Kurân-ı Kerim’de ki birçok ayette zekâtın, namazın yanında ve Allah’a olan imanın nişanesi olarak zikredilmesi; üzerinde durulması gereken bir konudur. Bundan önce de açıklandığı gibi zekât vermek ibadettir ve bundan dolayı da mutlaka Allah’a yaklaşma kastı ve halis bir niyet olmalıdır. Buna göre zekât fakirlere yardım etmeyi, toplumsal adaletin korunmasını ve yayılmasını sağladığı gibi, zekât verenler için de önemli faydaları vardır; onları cimrilikten ve dünyaya bağlanmaktan kurtarmaktadır.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Onların mallarından, sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. (Onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.”[59]

5- HUMUS

Şialar zekata ilave olarak, farz sadakaların başka bir çeşidi olan “Humus”a inanmaktadırlar. Arapça’da “Humus” beşte bir anlamına gelmektedir. Burada humustan maksat; bir yıllık kazançtan geriye kalan malın beşte birine eşit olan bir çeşit vergidir; yani herkesin kendi malî yılının sonunda, çalışarak kazandığı maldan harcadığı ve kullandığı miktarı çıkardıktan sonra, geriye kalanın beşte birini vermesidir. Elbette fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi humusla ilgili başka konular ve hükümler de vardır.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ve iyice bilin ki ganîmet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah’ın ve Peygamberin ve yakınların ve yetimlerin ve yoksulların ve yolda kalmışlarındır. Allah’a inanmışsanız ve hak ile batılın ayrıldığı, yani iki ordunun birbiriyle buluştuğu gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz ve Allah’ın her şeye gücü yeter.”[60]
Genellikle Ehl-i Sünnet bu ayeti ve humusun farz olduğu, savaş ganimetleri ile sınırlandırmakta ve zekâtın içinde zikretmektedirler. Şialar ise, bu konuyu sadece savaş ganimetleri ile sınırlı tutmamakta; hatta çalışarak elde edilen her türlü kazancın dahi fıkıh kitaplarında ki açıklamalara göre humus olduğuna inanmaktadırlar.
Şia fıkhına göre humusun yarısı Peygamber (s.a.a)’in tek aile üyesi ve halifesi olan imam Mehdi (a.f)’e ve diğer yarısı da fakir seyitlere aittir. Humus, dini önder (Merce-i Taklit) yani dini ve fıkhî bütün şartları taşıyan ve verdiği fetvalara uyulan fakihin denetimi ve izniyle kullanılmaktadır. Buna göre, imam Mehdi (a.f)’e ait olan kısım, dini otorite, lider denetimi ve yönlendirmesiyle; okul ve medrese yapımında, faydalı kitapların basılması ve âlimlerin yetiştirilmesi gibi imam Mehdi (a.f)’in kesinlikle razı olduğu yerlerde kullanılmaktadır.

6- ALLAH YOLUNDA CİHAT ETMEK

Her Müslüman, toplumun ve kendi hayat şartlarının iyi olması için imkân dâhilinde çalışıp çaba sarfetmelidir. Allah (c.c.) Kurân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“…O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizden orayı bayındır hale getirmesini istedi…”[61]
Kurân ve sünnet, insanların gördüğü musibetlere karşı kaygısız kalmasını ve insanların kendi özel yaşantılarında tembel ve uyuşuk olmalarını kınamıştır. Bunun karşısında ise, kendisine ve ailesine iyi hayat şartları oluşturmayı ve rızkını kazanması için çalışıp çabalamayı överek Allah yolunda cihat edenlerden saymıştır. Çok önemli ve gerekli olan bu çalışma ve mücadelelerden birisi de özgürlük, adalet, onur ve bağımsızlık gibi Allah’ın insanlara bağışladığı hakları korumaktır. Eğer bu hakların veya bu değerlerin birisi, özellikle bir millet veya bir ümmetin hakları tehlikeye düşer ya da yok edilirse Müslümanların bunları korumak ve ihyâsı çin mücadele etmeleri gerekmektedir.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Kendileriyle savaşa girişilenlere, zulme uğradıklarından dolayı savaşmaya izin verildi ve şüphe yok Allah’ın, onlara yardım etmeye gücü yeter elbette. Onlar öyle kişilerdir ki; ancak Rabbimiz Allah’tır dediklerinden dolayı haksız olarak yurtlarından çıkarıldılar ve eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, içlerinde Allah adının çok anıldığı manastırlar da yıkılırdı, havralar da, kiliseler de, mescitler de ve Allah, kendisine yardım edene mutlaka yardım eder; şüphe yok ki Allah, kuvvetlidir, üstündür. Onlar öyle kişilerdir ki; onları yeryüzünde yerleştirdik mi namaz kılarlar, zekât verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar ve bütün işlerin sonucu, Allah’a varır.”[62]
“Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: “Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zalim olan memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?”[63]
Elbette cihat kişisel de olabilir. İslamî hadislerine göre, kim canı, malı, ailesi veya namusu tehlikeye düştüğünde savunmaya geçer ve öldürülürse savaş meydanında şehit olmuş bir asker gibidir.
Zulüm ortadan kalkıncaya ve hak âşıklarının ve adalet isteklilerinin hedefleri oluşuncaya dek cihat devam etmelidir. Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.”[64]
Yeryüzünde insan hayatının başlangıcından bugüne dek hayır ve şerr, hak ve batıl, Allah’ın orduları ve şeytanın orduları arasında sürekli bir savaş olmuştur. Ve bu mücadele dünyanın sonuna kadar devam edecektir. İnsanlar imam Mehdi (a.f)’in hükümeti zamanında kaynak ve servetlerin adaletli bir şekilde dağıtıldığına şahit olacaklar ve bu vesileyle, sadece o zaman savaş ve anlaşmazlıklar sona erecektir.
Cihat her ne şekilde; kalemle, dille veya silahla olursa olsun ibadettir. Ve kesinlikle halis bir niyetle yani Allah rızası için ve O’nun koyduğu kanunlara uygun bir şekilde ilahî hedefler uğruna yapılmalıdır. Özel maddî çıkarlar, kişisel, grupsal, ırk ve millî üstünlük veya başkalarının topraklarını işgal ederek daha fazla güç ve servet elde etmek gibi zalimce amaçlar için yapılan çalışmaları, hiç kimse cihat diye adlandıramaz.
Aslında cihat, her şeyden önce mücahidin kendi içinde başlamaktadır. Dış dünyada, batılın karşısında zafer elde etmekten emin olmak için, önce kendi içindeki nefsanî istekleriyle savaşmalı ve Allah’a ait olan kalbini her türlü şeytanî amaçlardan uzaklaştırarak insanî değerleri korumalıdır.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”[65]
Meşhur bir rivayete göre Peygamber (s.a.a) bir gün İslam düşmanlarıyla yapılan savaştan galip bir şekilde gelen ashabına şöyle buyurdu: “Küçük cihadı tamamlayıp da, büyük cihat üzerlerine kalanlara selam olsun!”
Peygamber (s.a.a)’in ashabı bu söz karşısında büyük bir şaşkınlığa uğradılar; acaba elleri silahlı düşmanlarla ve tehlikelerle dolu olan savaştan daha büyük bir savaş ne olabilirdi? Peygamber (s.a.a)’den bu büyük cihadın ne olduğunu sordular. Peygamber (s.a.a) onlara şöyle cevap verdi:
“En büyük cihad nefisle olan cihattır.”
Buna göre nefsanî vesveselerin karşısında dayanıklı olmak nefsi bütün kötülüklerden arındırmak en zor ve en büyük cihattır.
Son olarak, Allah yolunda mücadele edenlerin Kuran’da zikredilen bir takım imtiyazlarına değinelim:
“İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır. Rab’leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır. Onlar orada ebedi kalırlar. Çünkü en büyük mükâfat Allah katındadır.”[66]

7-8- İYİLİĞİ EMRETMEK VE KÖTÜLÜKTEN ALIKOYMAK

İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, buluğ çağına eren her Müslüman’ın, fıkıh kitaplarında açıklanan şartlara göre yapması gereken kendisine farz olan ibadetlerden birisidir. Hiçbir Müslüman etrafında gerçekleşen olaylar karşısında duyarsız ve sessiz kalmamalı. Her Müslüman bireyin sosyal sorumluluklarından birisi de; dinî ve insanî değerleri göz önünde bulundurmasıdır. Ve ne zaman bunlardan birisi, bilerek önemsenmez veya eksikliğe uğratılırsa; uygun bir tarzla tepki göstermeli ve hatalı olan kişilerden bu değerlere riayet etmelerini istemelidir. (örnek olarak bkz: Âl-i İmran, 109,113, A’raf, 199; Tevbe, 71,112; Hacc, 41)

9-10- TEVELLÂ VE TEBERRÂ

Farz amellerden biri de tevellâ yani; Allah’ı ve Allah dostlarını sevmektir ki bu dostların başında Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’i gelmektedir ve bir diğeri de teberrâ yani; Allah düşmanlarından uzak durmaktır.
Tevellâ ve teberrâ imanın gerekliliklerindendir. Birçok hadiste de zikredildiği gibi dinin çadırı, velayet sütunu olmadan ayakta duramaz ve iman, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık etmekten başka bir şey değildir.[67]
İmam Bakır (a.s) buyuruyor ki:
“İslam beş şey üzerine kurulmuştur; namaz, oruç, zekat, hacc ve velayet. Ancak bunlardan hiçbirisi, velayet kadar istenilmemiştir.”
İmam Sadık (a.s) Peygamber (s.a.a)’den şöyle naklediyor:
“Bir gün Peygamber (s.a.a) ashabına sordu: “İmanın hangi kolu diğerlerinden daha sağlam ve daha dayanıklıdır?” Ashaptan bazıları şöyle dediler: Allah ve Resulü daha bilir. Kimisi namaz, kimisi oruç, kimisi zekât, kimisi hacc ve umre ve kimisi de cihat dedi.
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bunların hepsi önemlidir. Ancak bunların hiç birisi Allah için sevmek, Allah için düşmanlık etmek ve Allah dostlarını sevip Allah düşmanlarından nefret etmekten daha önemli değildir.”[68]
Fuzeyl b. Yesar şöyle diyor:
İmam Sadık (a.s)’a sevmek ve nefret etmek hakkında şöyle sordum: Sevmek ve nefret etmek imandan mıdır? İmam cevap olarak şöyle buyurdu: “İman, sevmek ve nefret etmekten başka bir şey değildir.”[69] [70]