23.04.2009

-EHL-İ BEYT İMAMLARININ MASUMİYETİ

Ehl-i Beyt İmamlarının masumiyetinin delillerine geçmeden önce önemli bir hususun üzerinde durmakta fayda var; o da şudur ki masumiyet olayını iyice kavrayabilmek için önce Şia'daki "imamet anlayışını" ve onu İslâm'ın neresine koyduklarını kavramak gerekir. Aslında Sünnî kardeşlerimizin bu olayı biraz fazla yadırgamaları, bizce imamet meselesine kendi mekteplerinin mantığıyla yaklaşıp masumiyeti de o açıdan değerlendirmelerinden kaynaklanıyor. Bu yüzden önce kısa da olsa Şia'nın "İmamet" anlayışına kısaca temas edip daha sonra asıl mevzuya geçersek, bizce konu daha iyi anlaşılmış olur.
Bildiğiniz gibi Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki temel ihtilaf, "İmamet" meselesi etrafındadır. Şia, imamın Allah-u Teâlâ tarafından belirlenmesi ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından da açıklanması gerektiğine inanıyorken Ehl-i Sünnet bu konuda başka bir yol tutmuştur. Bazıları, bu ihtilafın, siyasi partilerin başkanlık için iki kişiyi aday göstermesine benzer sırf siyasi bir ihtilaf olduğunu zannediyorlar. Ancak gerçek şu ki, bu ihtilafın temelinde bir inanç meselesi söz konusudur. İnançlar üzerine konuşan "kelam ilmi"nin bahislerinden birisini, "imamet" meselesinin oluşturması da bunun bir emaresidir. Şia'nın bu konudaki görüşünü açıklamak amacıyla Şia'nın "inanç sistemi"ne kısa bir bakış atarak imamet meselesinin bu sistemdeki yerini ve bu sistemi oluşturan öğelerin tıpkı bir zincir halkaları gibi birbirine bağlı olup bir öğenin yitirilmesiyle bütün sistemin birbirine değeceğini göstermeğe çalışacağız.
Kelam ilminde Allah-u Teâlâ'nın varlığı hakkında konuşulduktan sonra O'nun zati ve fiili sıfatları hakkında konuşulmakta, hâlikiyeti (yaratıcılığı) ispatlandıktan sonra rububiyeti (yöneticiliği-eğiticiliği) de ispatlanmaktadır. İslam açısından Allah-u Teâlâ hiç bir şeyi abes yaratmamıştır; her şeyi üstün hikmetinin iktiza ettiği bir hedef için yaratmıştır. Böylece, "genel illiyet (nedensellik)" ilkesi bütün mahlukat hakkında geçerlidir ve ezelden ebede değin birbirinin eni veya uzununda yer alan bütün yaratıklar, tek bir nizam (sistem) oluşturmaktadırlar. Bu yaratıklardan biri de, idrak, irade ve ebedi saadet veya bedbahtlığa doğru seçimli hareket kabiliyeti gibi özelliklerle donatılan insandır. Bu özelliklerden dolayı da, Allah-u Teâlâ'nın "tekvini rububiyet"inin altında olduğu gibi "teşrii rububiyet"inin de kapsamına girmektedir. Yani, eğer insan, saadet veya bedbahtlığını kendi seçecekse, saadeti, bedbahtlığı ve bunlara götüren yolları da bilmelidir, bunu bilme kabiliyeti ona verilmelidir. Doğrudan doğruya kendi bilemeyeceği, yani hissi ve akli şuurlarının (idraklarının) kavrayamayacağı konular ise vahiy yoluyla ona iletilmelidir. Resuller gönderme, kitaplar ve şeriatlar indirmenin zarureti de buradan ileri gelmektedir. Çünkü eğer Allah-u Teâlâ, insanı kendi başına bırakıp vahiy yoluyla elde edilecek hidâyeti ona bildirmeseydi, bu durum, evine misafir sesleyip de adres vermeyen veya evini tanıyan birini ona bildirmeyen kimsenin durumuna benzerdi.
Şurası da açıktır ki, peygamberlerin öğretileri, zamanla çeşitli saptırıcı etkenlerin tesiri altında eskiyor, yıpranıyor veya unutulup gidiyordu. Bundan dolayı da Allah-u Teâlâ, başka bir peygamber göndererek dini yeniliyor, insanların ihtilafa düştükleri konuları onlar için açıklıyor ve bazen de zaman gereksinimlerine göre eski öğretilere bir şeyler ilave ediyordu. Ancak böyle bir durumun İslam dini için söz konusu olamayacağı da açıktır. Çünkü bütün müslümanların ittifakıyla İslam Peygamberi (s.a.a), peygamberlerin, şeriatı da şeriatların sonuncusudur. Böyle bir şeriat, tahriften uzak kalabilmesi için çok sağlam kaynaklara muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'in bu özelliğe sahip bulunduğu ve tahrif ellerinin kesinlikle kendisine ulaşmadığı ve önünden de, ardından da batılın gelemeyiceği yegane semavi kitap olduğunu biliyoruz ama, İslam'ın bütün öğretileri, hatta temel hükümlerin birçoğu bile, bütün ayrıntılarıyla Kur'ân'da mevcut değildir. Ayrıntıların beyanı, Nebiyy-i Ekrem'in (s.a.a) uhdesine bırakılmıştır. "Zikr'i (Kur'ân'ı) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın." (Nahl/44)
İşte burada şu soruyla karşılaşıyoruz: "Kur'ân-ı Kerim için geçerli olan masuniyet (korunmuşluk - dokunulmazlık) Sünnet-i Nebeviyye için de geçerli midir?" Bilindiği gibi müslümanlardan hiç bir kimse, Sünnet-i Nebeviyye için böyle bir masuniyet iddia etmemiştir. Tarihi gerçekler de böyle bir iddiada bulunmaya müsaade etmemektedir. Öyleyse İslam dini, kıyamet gününe kadar bütün insanları yönetebilme, hidâyet edebilme ehliyetini nereden, hangi sağlam kaynaktan elde etmektedir?
Şia'nın bu soruya cevabı şöyledir: Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra vahy-i İlahî kesildiyse de insanlığın gayb alemiyle olan irtibatı tamamıyla kesilmedi. Vahy kesildiyse, nebi olmayanların, hatta Hz. Musa'nın (a.s) annesi ve Hz. Meryem (a.s) gibilerinin de sahip olabileceği "ilm-i vehbi" de kesilmedi ya! Vahy kesildiyse, nebilerin dışında bazı Allah dostlarının da faydalandığı nefsanî melekelerin yüksek bir derecesi olan "ismet" makamına ulaşma kabiliyeti de insanlardan alınmadı ya! Allah-u Teâlâ, bu ümmete olan lütf u kereminden, onların arasından bu ilme ve bu melekeye sahip olan kimselerin bulunmasını takdir etti. İşte biz bu kimselerin, Resulullah'ın Ehl-i Beyt'inden olan "on iki imam" olduğuna inanıyoruz.
Bir başka tabirle Peygamberin yerine geçen kimse, vahiy almanın dışında onun bütün görevlerini devam ettirmektedir. Bu görevler kısaca, İslam'ı koruma, onu eksiksiz bir şekilde insanlara açıklama ve müslümanların fikri merciliği ve siyasi önderliğidir. Aynı görevleri devam ettirdiği için de Peygamber'de masumiyeti gerektiren bütün aklî deliller, onun yerine geçen imamın masumiyeti için de geçerlidir.
Bu melekenin (masumiyetin) kimlerde bulunduğunu bilmek, insanlar için mümkün olamıyacağına göre de Allah-u Teâlâ'nın, Peygamberi'nin masum ve ilm-i vehbiye sahip olan vasilerini tayin etmesi gerekir; ki tayin de etmiştir. Bizim Bu konuya bizzat kur'ân'dan ve Resulullah'ın hadislerinden delillerimiz var, (Mâide suresi, âyet 3 ve 67 gibi, Sekaleyn ve Sefine hadisleri gibi); fakat mevzumuzun dışında olduğu için onları geçiyoruz. Bunun delillerini geniş bir şekilde öğrenmek istiyorsanız http://www.caferilik.com/ sitesinin "İnançlar bölümünün "İmamet" kısmına müracaat edin.
İmamların da peygamberler gibi masum oldukları, ilgili kitaplarda geniş olarak ele alınmış ve bir çok nakli deliller zikredilmiştir. Burada bütün bu delillere değinmemiz mümkün değildir. Ancak özet olarak şu delillere işaret edebiliriz:
a) Bakara Suresi'nin 124. Âyetinde açıklandığı üzere, Allah-u Teâlâ Hz. İbrahim'e imamet makamını verdiğinde, Hz. İbrahim'in bu makamı kendi zürriyeti için de isteyince, Allah-u Teâlâ bu makamın kendi ahdi olduğunu buyurmuş ve zalim olanlara ulaşamayacağını bildirmiştir. Bu âyet-i kerimeden imamet makamına gelen kişinin zalim olmaması, yani masum olması gerektiği anlaşılmaktadır. Zira zulüm Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır.
1- Allah'a şirk koşmak zulüm sayılmıştır: "...Şüphesiz şirk çok büyük bir zulümdür..."[1]
2- Kullara zulmetmek: "Asıl kınama yolu, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere azgınlık yapanlara karşı vardır..."[2]
3- İnsanın kendi hakkında zulmetmesi, "...Onlardan (insanlardan) kimi kendi nefsine zulmeder..."[3]
Zulmün sözlük anlamı, haddi aşmak ve bir şeyi layık olmadığı yer ve konuma getirmektir. [4]
Dolayısıyla ister kasıtlı, ister sehven olsun her türlü hata, günah ve haddi aşmayı kapsamı altına alır. Sehvi olan hata ve günahlara cezai müeyyidelerin verilmemesi, makam itibariyle zalim olmamanın şart olduğu hususlarda, sehvi hatalar açısından bile zalim olmamalarının şart koşulmasına bir halel getirmez. O halde imam olacak kimsenin sehvi hata ve günahlardan bile masum olması gerektiği bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.
b) Bu konuda delil olarak zikredebileceğimiz bir diğer âyet de şudur: "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin; Peygamber'e itâat edin ve sizden olan emir sahiplerine de..."[5] Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede Allah'a ve Resulü'ne mutlak bir itâat mu'minlere emredildiği gibi, "Ulu-l Emre" (emir sahiplerine) de aynı itaat kayıtsız şartsız mu'minlerden istenmiştir. Bizce Emir sahiplerine böylesine bir itaatin farz olması, onların masum olmasını gerektirir. Zira, Allah-u Teâlâ'nın masum olmayan kimselere mutlak itaati farz kıldığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey Allah'ın hikmet ve şefkatiyle bağdaşmamakla birlikte, kendi ve Resulü'ne farz kıldığı mutlak itaat emriyle de çelişmektedir. Allah-u Teâlâ çelişkiye emretmekten ve sonsuz hikmet ve şefkatine aykırı davranmaktan münezzehtir. Kendisi Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde: "Ey iman edenler şeytanın adımlarına uymayın; kim şeytanın adımlarına uyarsa (bilsin ki) gerçekten o çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder..."[6] diğer bir âyette ise: "..Şüphesiz Allah, çirkin hayasızlıklara (günahlara) emretmez.."[7] buyurmaktadır. Evet şeytana uyan kötülüğe emreder; Allah ise hiçbir zaman kötülüğe emretmez. O halde Ulu-l Emre mutlak bir şekilde itâat etmeği emrediyorsa, bu Ulu-l Emr'in hiçbir zaman şeytana uymayacağını, dolayısıyla da kötülük ve günaha emr ve sevk etmeyeceğini gösteriyor; zaten bizim masumiyetten maksadımız da bundan ibarettir.
Kaldı ki eğer Ulu-l Emr'e itaat sınırlı olsaydı bunu mutlaka bildirmesi gerekirdi. Nitekim ana-babaya itaat gibi insanın sadece kendisini ilgilendiren ve Ulu-l Emr'e itaatle kıyaslanması bile abes olan bir konuda onlara itaati emretmesinin ardından hemen sınırını da belirlemiştir: "Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Ankebut, 8) Durum böyleyken yüce Allah nasıl olur da dinin temel taşını içeren ve insan mutluluğunun bağlı olduğu böylesine önemli bir meselede söz konusu kayıtları açıkça belirtmez?
İşte bu yüzden Ulu-l Emr'in her kes olamayacağını, bunlardan söz konusu özelliği taşıyan belli kimseler kastedildiği görüşündeyiz. Bunu da Resul- Ekrem (s.a.a) kendi hadislerinde açıklığa kavuşturmuş ve onlardan maksadın Ehl-i Beyt İmamları olduğunu buyurmuştur.
Buna bir örnek olarak, Hz. Resulullah'ın sahabesinden Cabir bin Abdullah'ın hadisini zikredebiliriz. Cabir bin Abdullah şöyle diyor: "Allah'a, Resulü'ne ve emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu bildiren âyet indiği gün Peygamber'e sordum: "Allah ve Resulü'nü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?"
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebi Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin, sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan Muhammed bin Ali'dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa bin Cafer, sonra Ali bin Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki saklantısı olan ve benim isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali'nin oğludur." [8]
c) Diğer bir delilimiz ise "Tathir âyeti" diye meşhur olan âyet-i kerimedir. Allah-u Teâlâ bu âyette şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah her çeşit pislik ve fenalığı siz Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade eder."[9]
Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda hadisler, zikredilen âyetin Peygamber-i Ekrem, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) hakkında nazil olduğunu beyan etmektedir.
Ömer bin Ebu Selme şöyle rivâyet ediyor: "Zikredilen âyet Ümm-ü Seleme'nin evinde nazil oldu. Sonra Hz. Resul (s.a.a) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'i yanına çağırdı ve mübarek abasını onların üzerine atarak şöyle buyurdu: 'Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Her çeşit pislik ve noksanlığı onlardan uzaklaştır ve onları tertemiz kıl.' Ümmü Seleme: 'Ya Resulallah, ben de onlardan mıyım?' deyince de, Hazret: 'Hayır, ama sen hayır üzeresin' buyurdu." [10]
Tathir âyeti nazil olduktan sonra, Hz. Resul, altı aya kadar, bazı rivâyetlere göre de sekiz aya kadar, sabah vakitleri, sabah namazına gittiğinde Hz. Fâtıma'nin evinin önünden geçer, mezkur âyeti okur, Ehl-i Beyt'ini tanıtır, onlar için dua ederdi.[11] Tathir âyeti olarak bilinen bu âyet-i kerime açık bir şekilde Ehl-i Beyt'in masumiyetini (günah ve hatadan uzak olmalarını) ifade etmektedir.
Şöyle ki; âyette geçen rics (pislik-kir-fenalık) kelimesinden maksat zahiri, pislik değildir. Çünkü herkesin pislik ve necasetten kaçınması gerekmektedir. Üstelik eğer maksat zahiri necaset olsaydı, artık o kadar teşrifat, tanıtmak ve Peygamber'in duasına da gerek duyulmazdı. Ümm-ü Seleme o âyetin kapsamında olmayı arzu edince de, hayır cevabıyla karşılaşmazdı. Demek ki âyetin maksadı zahiri necaset ve pislik değildir, maksat batini pislik, yani alemlerin Rabbine karşı günah ve isyanda bulunmaktır.
Dolayısıyla âyetin manası şöyle olur: "Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günah ve isyanı uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur." Bu iradeden maksat, tekvini iradedir. Zira, teşrii iradeyle Allah herkesin pak olmasını irade etmektedir. Bu âyette Ehl-i Beyt özel olarak ele alındığına ve Ümmü Seleme'nin onun kapsamı dışında bırakıldığına göre, bu teşrii irade değil, tekvini iradedir. Allah-u Teâlâ'nın tekvini iradesinin gerçekleşmemesinin mümkün olmadığı da nazara alınınca, Ehl-i Beyt'in masumiyetinin Allah'ın tekvini iradesi gereğince muhakkak olduğu ortaya çıkıyor.
İşte bunun içindir ki, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ve Ehl-i Beyt'im günah ve isyandan masumuz."[12]
İbn-i Abbas şöyle rivâyet ediyor: Resulullah'tan duydum şöyle buyuruyordu: "Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in soyundan gelecek olan dokuz imam tertemiz ve masumuz."[13]
Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah-u Teâlâ Peygamberi'ne itaati vacip kılmıştır. Çünkü o masumdur ve hiçbir zaman halkı Allah'a isyana götüren yöne yöneltmez. Emir sahipleri olan imamlar da öyledir. Onlara itaat, Allah ve Resul'ü tarafından vacip kılınmıştır. Onlardan başka kimseye itaat kayıtsız ve şartsız vacip değildir."[14]
d) Ehl-i Beyt İmamları'nın masumiyetini ispatlayan diğer bir delil de, önceden de değindiğimiz, Sakaleyn hadisi olarak meşhur olan ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında da en otuz senetle nakledilen hadis-i şeriftir. Hz. Resulullah (s.a.a) bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; bunlardan birisi Allah'ın kitabı (Kur'ân)dır; diğeri ise benim Ehl-i Beytim. Onlara sarıldığınız müddetçe asla dalalet ve sapıklığa düşmezsiniz. O ikisi (Kevser) havuzu başında bana varıncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar..."
Açıktır ki, Cenab-ı Hakk'ın ilminin tecellisi olan Kur'ân masumdur. Ona ne önünden ne de arkasından batıl gelemez. Bunu bizzat Allah-u Teâlâ Kur'ân'da beyan buyurmuştur.[15] O halde kıyamet gününe kadar asla Kur'ân'dan ayrılmayacak olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt İmamları'nın da masum olduğu ortaya çıkıyor. Zira aksi taktirde bilerek veya bilmeyerek onların Kur'ân'dan ayrılmaları söz konusu olabilir. Oysa Hz. Resulullah'ın bu sahih hadisi böyle bir şeyin olmayacağını garantilemiştir. Bir de Ehl-i Beytin bazen yanıldıklarını veya günaha müptela olduklarını farz edersek, o zaman Allah Resulü'nün "Onlara sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz" buyurması abes olurdu. Zira günah işleyen, başkalarını da günaha götürür; hata yapan başkalarını da hataya sürükler. Öyle olmayacağına göre o zaman Ehl-i Beyt unvanı altına girenler masumdurlar demektir.
Hz. Ali ve Ehl-i Beyt hakkında Resulullah'tan nakledilen daha bir çok hadisten de aynı şeyleri anlamak mümkündür ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Büyük Ehl-i Beyt alimi Seyyid Murtaza şöyle diyor: "İster hata ve isyan kasten olsun, ister sehven olsun, hata ve isyan etme ihtimali olan bir kişinin sözlerinin bir imamdan beklenen etkide olmayacağı açıktır. Zira eğitim ve örnek olma hususunda her iki çeşit hata ve isyanın etkisinin olumsuz yönde olduğu açıktır."
Durum böyle olunca, Allah-u Teâlâ'nın hikmet ve şefkati, insanların talim, terbiye ve hidâyetiyle görevli kıldığı kimsenin önünden her türlü engeli götürmesini icap etmektedir. O halde insanların hidâyet, talim ve terbiyesiyle görevli kılınan imamların masum olması gerekir.
Kısacası İmamın üstlendiği ağır görev ve mesuliyet, onun masum olmasını zorunlu kılmaktadır. Nitekim Resul'ün üstlendiği ağır vazife, onun masum olmasını gerektirmektedir. Geçen bahislerimizden anlaşıldı ki, imam peygamberden sonra İslam toplumunun hidâyet, terbiye ve idaresi yanı sıra, Allah'ın dininin koruyucuları ve müfessirleridir. Böyle ağır bir mükellefiyet altında olan kişinin masum olması aklen gereklidir. Zira aksi taktirde bu önemli görevini yerine getiremeyeceği açıktır. O halde imamlar masum olmalıdır. Bu yüzden masum olmadıkları her kes tarafından bilinen ve kabul edilen kimseler haksız yere hilafet makamını üstlendiklerinde akıl almaz hatalar yapmış ve bir çok zaman hatta açık naslar karşısında dahi güya içtihatta bulunmuşladır ki bunlardan bir kısmını yine de Hz. Ali (a.s) müdahale ederek düzeltmiştir. Bu yüzden de tarihlerin de belirttiği gibi İkinci Halife sık sık şu cümleyi kullanırdı "Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu." Halbuki kimse Hz. Ali'nin her hangi bir konuda yanlış yaptığını nakletmemiştir. Bu da onun masum olduğunun bir başka göstergesidir. Biz diğer Ehl-i Beyt İmamları için de durumun aynı olduğu iddiasındayız. Evet onların nurlu hayatında en ufak bir lekeye rastlamak mümkün değildir. Aksini iddia eden varsa, alsın eline muteber tarih kitaplarını ve delil göstersin. O İlahî şahsiyetlerin ilim ve irfanları hakkında da aynı şeyi söylüyoruz. Müslümanlar arasında meşhur olan şahsiyetlerin her hangi birisini dikkate aldığımızda, onların ne kadar tahsil gördüklerini, kimlerden yararlandıklarını, yani hocalarının kimler olduğunun açık bir şekilde beyan edildiğini görmekteyiz. Ama Ehl-i Beyt İmamlarının hakkında böyle bir şey söz konusu değildir. Yani kimse onların zamanlarında bulunan her hangi bir alimden istifade ettiklerini yazmamıştır. Halbuki onların her birisinin zamanlarının en büyük alimi olduklarında ve bir çoklarına hocalık yaptıklarında her kes müttefiktir. Bu da onların ilim ve irfanın tahsille elde edilmediğini göstermektedir. Evet onların ilimlerinin bir kısmı bizzat Resulullah'tan kendilerine miras kalmış, bir kısmı ise vehbidir.
Son olarak bir hususun altını çizmekte de fayda var; zannedersem bazı kardeşlerin Ehl-i Beyt İmamlarının masum olmalarını yadırgamaları, Peygamberlerden başkasının masum olamayacağı zannıdır. Halbuki bu yanlış bir zandır. Mesela Kur'ân-ı Kerim'den Hz. Meryem'in de masum olduğunu anlıyoruz. Halbuki onun peygamber olmadığını hepimiz biliyoruz. Kur'ân-ı Kerim Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruyor: "Hani melekler de 'Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı' demişti."[16]
Bu mevzuda söylenecek daha bir çok söz var ki biz şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz. Allah-u Teâlâ cümlemize hakikatleri arama, bulma ve ona ittiba etme gayret ve samimiyetini inâyet buyursun.
DİPNOTLAR
[1]- Lokman, 13,
[2]- Şûrâ, 42.
[3]- Fâtır, 42.
[4]- Lisân-ül Arap, C.12, S.373.
[5]- Nisa, 59.
[6]-Nur, 21.
[7]-A'râf, 28.
[8]-Bu hadis Şia kaynaklarını yanısıra Ehl-i Sünnet'in şu kaynaklarında da nakledilmiştir: Yenâbi-ül Meveddet (Kunduzî elHanefî), S.114-117-494, Şevâhid-üt Tenzil (Hâkim el-Heskânî el-Hanefî), C.1, S.148, Tefsir-i Fahr-i Râzî, C.3, S.357, Ferâdüs Simtayn (Hamavî), C.1, S.314.
[9]- Ahzab: 33.
[10]- Yenabi-ül Meveddet S.125.
[11]- Ed-Dürr-ül Mensur, C.5, S.199.
[12]- Ed-Dürr-ül Mensur, C.5, S.199.
[13]- Yenabi-ül Meveddet, S.445.
[14]- Bahr-ül Menakıb, S.100
[15]- Fussilet, 42.
[16]- Al-i İmrân, 42.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder